Mantıksal imkansızlıkları üçe ayıralım. Bazı sorulara cevap vermek
imkansız çünkü hem "doğru" hem "yanlış" geçerli görünüyor,
bazıları ise imkansız çünkü ne "doğru" ne "yanlış" uyuyor. Üçüncü
bir grup ise asimetrik, cevap yanlış ise bunu kesin olarak
söyleyebiliyoruz ama doğru ise hiçbir zaman emin olamıyoruz.
5.1 Hem doğru hem yanlış: Bu kategoriye geçen mesajımda bir örnek
vermiştim: Cantor sonsuzlukları bir hiyerarşiye koyup reel
sayıların doğal sayılardan daha büyük bir sonsuzluk olduğunu
gösterdiğinde (örneğin rasyonel sayılar doğal sayılardan daha
büyük değil), doğal olarak bu ikisi arasında bir sonsuzluk olup
olmadığı sorusu ortaya çıktı. Buna kendisi cevap veremediyse de
daha sonra uğraşan matematikçiler, iki cevabın da consistent bir
matematiğe yol açtığını ispatladılar! Hmm, bu durumda gerçek cevap
hangisi sorusunu biraz daha düşünmemiz gerekiyor.
Bu konuda biraz sezgi geliştirebilmek için anlaşılması daha kolay
bir örneğe bakalım: Euclid'in 5. aksiyomu. Diğer dört aksiyom "Her
iki noktadan bir doğru geçer" gibi sezgisel olarak doğruluğunu
hissettiğimiz ifadeler iken, beşinci aksiyom açılar paralellikler
içeren karman çorman birşey. Dolayısıyla yine sezgisel olarak
matematikçiler aslında bunun bir aksiyom değil diğer dördünden
çıkarılabilecek bir teorem olduğunu hissedip ispatlamak için 2000
yıl kadar uğraştılar. Sonunda bu ispatın imkansız olduğu ve bu
aksiyomun zıddının da consistent bir matematiğe yol açtığı
ispatlandı. Buraya kadar Cantor problemine benziyor durum. Ama
insanlar durmayıp bu aksiyomun alternatiflerini ve
alternatiflerden çıkan sonuçları araştırdılar (non-Euclidean
geometriler). Beşinci aksiyoma denk ifadelerden biri üçgenin iç
açılarının 180 derece olduğu. Bunun 180'den büyük ya da 180'den
küçük olduğunu varsayarsanız yine consistent sistemler elde
ediyorsunuz. Üstelik bu mantıksal sistemlerin davranışlarına uyan
modelleri gerçek dünyada gözleyebiliyoruz: bir kürenin üzerine
çizilen üçgenlerin acıları 180'den büyük, bir eğerin üzerine
çizilenler 180'den küçük çıkıyor. Orijinal 5. aksiyom ise düz
uzayda neler olup bittiğini iyi açıklıyor.
Burada mantıksal bir sistem ile, onu model olarak seçtiğimiz
dışarıdaki obje kavramları netleşiyor. Mantıksal sistem tamamiyle
sembolik, deterministik oyun kurallarına göre ispatlar üretebilen
bir sistem. Örneğin Hilbert'ın yazdığı "foundations of geometry"
kitabında pek şekil, çizim yoktur, çünkü geometrinin aslında
esasında bu şekillerle ilgili değil kendi içinde bütünlüğü olan
bir mantık sistemi olduğunu vurgulamaya çalışmıştır. Sonra o
mantıksal sistemin (bir elbise gibi) uyduğu bir dünyasal alan
seçip bu dünyasal alanla ilgili çıkarımlarda bulunuyoruz. Burada
üçgenin acılarının 180 olup olmadığı, düzlem, küre, ve eğer gibi
fiziksel objeler için farklı cevaplar verebiliyor. Fakat
"geometri" mantıksal sistemi için bu sorunun gerçek cevabı nedir,
orası belli değil.
5.2 Ne doğru ne yanlış: İkinci sınıf mantıksal imkansızlıklar ise
ne "doğru" ne "yanlış" cevabının uygun olduğu sorular demiştik.
Gödel cümlelerini daha evvel örnek olarak sunmuştum. Bu konuda
Gregory Chaitin'in güzel kitaplarını öneririm. Gödel'inkinden çok
daha anlaşılır çok daha basit bir sürü cevap verilemez soru
örneğiyle dolu çalışmaları. Ben burada sadece örnek olarak
"halting" problemini vermek istiyorum.
Amacımız bir bilgisayar programının durup durmayacağını tespit
etmek olsun. Diyelim ki bunu belirleyen halt(p) diye bir fonksiyon
yazdığını iddia etti birisi, buna merak ettiğimiz p programını
veriyoruz, o da program durursa "doğru", sonsuza kadar giderse
"yanlış" çıktısı veriyor. Şimdi aşağıdaki programa bir bakalım:
define trouble(p)
if halt(p(p))
loop_forever
else return 42
Soru trouble(trouble) durur mu durmaz mı. Tanıma dikkatli
bakarsanız eğer durduğunu kabul edersek halt(trouble(trouble))
doğru olacağı için program sonsuza kadar gidecek, eğer durmadığını
kabul edersek 42 verecek. Dolayısıyla bu sorunun doğru ya da
yanlış cevabı yok. Bu çelişkiden yola çıkarak halt() diye bir
fonksiyon tanımlanamayacağını ispatlamış Turing.
Emrah mesajında Godel cümlesinin aslında doğru olduğunu ama
ispatlanamadığını belirtmiş. Godel'in iki incompleteness theorem'i
var. Birincisi için Emrah'ın dediği doğru:
"For any consistent formal theory that proves basic arithmetical
truths, an arithmetical statement that is true but not provable in
the theory can be constructed."
Tabi burada "true" ne demek diye sorgulayabiliriz. İkinci theorem
biraz daha düşündürücü:
"For any formal theory T including basic arithmetical truths and
also certain truths about formal provability, T includes a
statement of its own consistency if and only if T is
inconsistent."
Belki aşağıdaki alıntı tartışmamızın temelini iyi bir şekilde
ifade etmiş (wikipedia'dan):
"Undecidability of a statement, in a particular deductive system,
does not in and of itself address the question of whether the
truth value of the statement is well-defined, or whether it can be
known. It says only that the particular deductive system being
considered does not decide the issue. Whether there exist
so-called "absolutely undecidable" statements, whose truth value
can never be known or is ill-specified, is a controversial point
among various philosophical schools."
5.3 Asimetrik problemler: Bu sınıfta tek yönlü emin olabildiğimiz
fakat diğer yönde prensipte hiç bir zaman emin olamadığımız
problemler var. Yukarıdaki halting probleminden örnek vermek
gerekirse, genelde bir programın durup durmayacağını belirleyen
bir fonksiyon yazamadığımız için bazı programlarda bunu anlamanın
tek yolu programı çalıştırmak. Program durduğu anda onun duran bir
program olduğunu ispat etmiş oluyoruz. Fakat durmadığı sürece iki
yönde de emin olamıyoruz.
Benzer bir örnek randomness kavramı için verilebilir: elinizde bir
dizi sayı olsun (random görünen bir 0-1 dizisi diyelim, ya da
stock market datası). Soru bunların "random" olup olmadığı. Yani
bu diziyi üretebilen dizinin kendisinden daha kısa bir formül var
mı yok mu. Chaitin gösteriyor ki bir dizinin random olmadığını bu
tip tek bir formül keşfederek gösterebiliyoruz, ama random
olduğunu hiç bir zaman kesin olarak ispatlayamıyoruz.
Son olarak bilimsel iddiaların da bu sınıfta olduğunu düşünüyorum.
Tek bir negatif örnek iddianın yanlışlığını ispatlamaya yeter. Ama
iddianın doğruluğundan kaç pozitif örnek görürsek görelim emin
olamayız.
Not:
Emrah'ın yorumu
Deniz'in cevabı
Full post...
Related link
December 31, 2006
İmkansızlıklar hiyerarşisi
Uzun zamandır kafamda dönüp duran imkansızlıklar hiyerarşisinden
bahsetmek istiyorum. Birşeyin imkansız olduğu iddia edildiğinde ne
tip bir imkansızlıktan bahsedildiğini anlamak önemli bence. Aşağıda
imkansızlığın değişik basamaklarını örneklerle açacağım:
1. Politiko-ekonomik imkansızlık: Hiyerarşimin en düşük
basamağında insanların yaptıkları tercihler sonucu şu an mümkün
olamayan aktiviteler, sorular duruyor. Örneğin 1970'lerden beri
Mars'a nasıl insan gönderebileceğimizi biliyoruz. Bunu yapabilecek
kaynağımız da var. Fakat tercihler yüzünden yapılamıyor.
2. Teknolojik imkansızlık: Bu basamakta şu anki bilgimizle
gerçekleştiremediğimiz, fakat prensipte yapılamaması için bir
sebep olmayan aktiviteler durmakta. Örneğin fosil yakıtlara
alternatif olarak güneşten dünya üzerine düşen enerjinin
ihtiyaçlarımızı çok rahat karşılayabileceğini, ya da hidrojen
fusion'unu kontrol edebilsek problemin çözüleceğini biliyoruz. Ama
güneşi ve hidrojeni nasıl verimli kullanacağımızı bilmediğimiz
için şu an istesek de bunu yapabilecek durumda değiliz.
3. Evrensel imkansızlık: Bu basamakta evrenimizin zaman ve mekan
olarak sınırlı bir boyutta olmasından doğan imkansızlıklar var.
Örneğin satrançta kimin kazanacağı sorusunu eğer daha hızlı
algoritmalar ya da ispat yöntemleri bulamazsak bu evrende
cevaplamamız imkansız. Evrendeki parçacık sayısı 10^80 civarında,
big-bang'den beri geçen zaman ise 10^17 saniye kadar. Dolayısıyla
bu sabitlerin çok üzerinde hesap adımı gerektiren problemleri
çözemiyoruz. Erdos'un Ramsey sayıları (hesaplaması zor başka bir
problem, bkz wikipedia) üzerine meşhur bir sözü var: "Aliens
invade the earth and threaten to obliterate it in a year's time
unless human beings can find the Ramsey number for red five and
blue five [that is, R(5,5)]. We could marshal the world's best
minds and fastest computers, and within a year we could probably
calculate the value. If the aliens demanded the Ramsey number for
red six and blue six, however, we would have no choice but to
launch a preemptive attack."
4. Fiziksel imkansızlık: #1'ı politikaları değiştirerek, #2'yi
teknolojide ilerleyerek, #3'ü daha büyük bir evrene taşınarak
çözebiliriz. Fakat fizik kuralları değişmediği sürece ışık hızını
aşmamız ya da bir parçacığın yerini ve hızını belli bir
hassasiyetin üzerinde bilebilmemiz mümkün değil. Bunlardan
ikincisine (Heisenberg uncertainty) biraz daha değineyim. İlk
anlaşılması gereken bunun bizim ölçme aletlerimizden gelen bir
sınırlama olmadığı. Heisenberg bu iki değerin birlikte
ölçülmesinin prensipte mümkün olmadığını iddia ediyor.
Einstein'dan başlayarak pek çok fizikçi bu garip kavrama "Hidden
variables" denen akla yakın bir açıklama getirmeye çalıştılar.
Yani parçacıkların aslında belli bir hızlarının ve yerlerinin
olduğunu ama fizik kanunlarının bizim bunları ölçmemize müsade
etmediğini göstermeye çalıştılar. Gelgelelim Einstein ve onu
takip eden tüm "hidden variable" cıların sonunda deneysel olarak
hatalı oldukları gösterildi. Yani gerçekten bazı deneylerde
elektron sol taraftan mı sağ taraftan mı geçti sorusunun belirli
bir cevabı yok, bunu evren de bilmiyor, Tanrı da bilmiyor vs. Bu
noktada artık "elektron soldan geçmiştir" iddiasının açık bir
doğru yanlış cevabı olduğu konusunda bir miktar şüphe belirmekte.
Fakat bu sorunun bulunduğumuz evren için anlamsız olduğu iddia
edilebilir. Bizim bir universe'de değil multiverse'de yaşadığımız
(kuantumun paralel evrenler açıklaması) ve multiverse'de
soracağımız soruların açık cevaplarının olduğu söylenebilir.
5. Mantıksal imkansızlık: Fiziksel imkansızlığı bile bir gün fizik
kanunları değişik bir evrene giderek, ya da yaratarak, simüle
ederek, hayal ederek yenmek mümkün. İmkansızlık hiyerarşimin son
basamağında yer alan mantıksal imkansızlık ise bu tip bir çözüme
de imkan vermiyor. Ne tip fiziksel bir evrende yaşarsak yaşayalım
bu imkansızlıkların çözümü yok. Örneğin benim blog'daki
Prediction, determinism and free will yazımda deterministik bir
evrende geleceği görmenin prensipte mümkün ama bunu o gelecekte
rol alacak insanlara açıklamanın mümkün olmadığını iddia ederken
bunun teknolojik, evrensel, ya da fiziksel bir limitasyon olduğunu
değil, mantıksal bir imkansızlık olduğunu söylüyorum. Bence bu son
ve çözümsüz imkansızlık basamağı (ama bunu destekleyecek bir
argümanım yok).
Bu kavram matematikçilere doğal gelmesine rağmen fizikçiler
nedense pek zorlanıyorlar. Örneğin Penrose, Turing makinelerinin
çözümsüz bulduğu soruları insanlar prensipte cevaplayabiliyor,
dolayısıyla beyinlerinde Turing makinelerinde olmayan bir fiziksel
(kuantum ötesi) mekanizma olmalı derken #4 ile #5'i birbirine
karıştırıyor. Turing bir matematikçi, bahsettiği cevaplanabilirlik
matematiksel bir kavram. Fizik kanunları değiştirilerek çözüm
bulunabilecek bir problem değil. Turing'in söyledikleri bu
evrende, ve diğer tüm olası evrenlerde geçerli. Aynı şekilde David
Deutsch (yine bir fizikçi), eskiden theory of computation vardı
şimdi artık ondan daha genel quantum theory of computation var
derken, yine Turing'in tarif ettiği fiziksel makineyi ve anlatmaya
çalıştığı matematiksel kavramı birbirine karıştırıyor. Turing'in
theory of computation'u genel, quantum computer'lar bazı sorulara
daha hızlı cevap bulabilmekle birlikte neyin computable olduğunu
değiştirmiyorlar.
Full post... Related link
bahsetmek istiyorum. Birşeyin imkansız olduğu iddia edildiğinde ne
tip bir imkansızlıktan bahsedildiğini anlamak önemli bence. Aşağıda
imkansızlığın değişik basamaklarını örneklerle açacağım:
1. Politiko-ekonomik imkansızlık: Hiyerarşimin en düşük
basamağında insanların yaptıkları tercihler sonucu şu an mümkün
olamayan aktiviteler, sorular duruyor. Örneğin 1970'lerden beri
Mars'a nasıl insan gönderebileceğimizi biliyoruz. Bunu yapabilecek
kaynağımız da var. Fakat tercihler yüzünden yapılamıyor.
2. Teknolojik imkansızlık: Bu basamakta şu anki bilgimizle
gerçekleştiremediğimiz, fakat prensipte yapılamaması için bir
sebep olmayan aktiviteler durmakta. Örneğin fosil yakıtlara
alternatif olarak güneşten dünya üzerine düşen enerjinin
ihtiyaçlarımızı çok rahat karşılayabileceğini, ya da hidrojen
fusion'unu kontrol edebilsek problemin çözüleceğini biliyoruz. Ama
güneşi ve hidrojeni nasıl verimli kullanacağımızı bilmediğimiz
için şu an istesek de bunu yapabilecek durumda değiliz.
3. Evrensel imkansızlık: Bu basamakta evrenimizin zaman ve mekan
olarak sınırlı bir boyutta olmasından doğan imkansızlıklar var.
Örneğin satrançta kimin kazanacağı sorusunu eğer daha hızlı
algoritmalar ya da ispat yöntemleri bulamazsak bu evrende
cevaplamamız imkansız. Evrendeki parçacık sayısı 10^80 civarında,
big-bang'den beri geçen zaman ise 10^17 saniye kadar. Dolayısıyla
bu sabitlerin çok üzerinde hesap adımı gerektiren problemleri
çözemiyoruz. Erdos'un Ramsey sayıları (hesaplaması zor başka bir
problem, bkz wikipedia) üzerine meşhur bir sözü var: "Aliens
invade the earth and threaten to obliterate it in a year's time
unless human beings can find the Ramsey number for red five and
blue five [that is, R(5,5)]. We could marshal the world's best
minds and fastest computers, and within a year we could probably
calculate the value. If the aliens demanded the Ramsey number for
red six and blue six, however, we would have no choice but to
launch a preemptive attack."
4. Fiziksel imkansızlık: #1'ı politikaları değiştirerek, #2'yi
teknolojide ilerleyerek, #3'ü daha büyük bir evrene taşınarak
çözebiliriz. Fakat fizik kuralları değişmediği sürece ışık hızını
aşmamız ya da bir parçacığın yerini ve hızını belli bir
hassasiyetin üzerinde bilebilmemiz mümkün değil. Bunlardan
ikincisine (Heisenberg uncertainty) biraz daha değineyim. İlk
anlaşılması gereken bunun bizim ölçme aletlerimizden gelen bir
sınırlama olmadığı. Heisenberg bu iki değerin birlikte
ölçülmesinin prensipte mümkün olmadığını iddia ediyor.
Einstein'dan başlayarak pek çok fizikçi bu garip kavrama "Hidden
variables" denen akla yakın bir açıklama getirmeye çalıştılar.
Yani parçacıkların aslında belli bir hızlarının ve yerlerinin
olduğunu ama fizik kanunlarının bizim bunları ölçmemize müsade
etmediğini göstermeye çalıştılar. Gelgelelim Einstein ve onu
takip eden tüm "hidden variable" cıların sonunda deneysel olarak
hatalı oldukları gösterildi. Yani gerçekten bazı deneylerde
elektron sol taraftan mı sağ taraftan mı geçti sorusunun belirli
bir cevabı yok, bunu evren de bilmiyor, Tanrı da bilmiyor vs. Bu
noktada artık "elektron soldan geçmiştir" iddiasının açık bir
doğru yanlış cevabı olduğu konusunda bir miktar şüphe belirmekte.
Fakat bu sorunun bulunduğumuz evren için anlamsız olduğu iddia
edilebilir. Bizim bir universe'de değil multiverse'de yaşadığımız
(kuantumun paralel evrenler açıklaması) ve multiverse'de
soracağımız soruların açık cevaplarının olduğu söylenebilir.
5. Mantıksal imkansızlık: Fiziksel imkansızlığı bile bir gün fizik
kanunları değişik bir evrene giderek, ya da yaratarak, simüle
ederek, hayal ederek yenmek mümkün. İmkansızlık hiyerarşimin son
basamağında yer alan mantıksal imkansızlık ise bu tip bir çözüme
de imkan vermiyor. Ne tip fiziksel bir evrende yaşarsak yaşayalım
bu imkansızlıkların çözümü yok. Örneğin benim blog'daki
Prediction, determinism and free will yazımda deterministik bir
evrende geleceği görmenin prensipte mümkün ama bunu o gelecekte
rol alacak insanlara açıklamanın mümkün olmadığını iddia ederken
bunun teknolojik, evrensel, ya da fiziksel bir limitasyon olduğunu
değil, mantıksal bir imkansızlık olduğunu söylüyorum. Bence bu son
ve çözümsüz imkansızlık basamağı (ama bunu destekleyecek bir
argümanım yok).
Bu kavram matematikçilere doğal gelmesine rağmen fizikçiler
nedense pek zorlanıyorlar. Örneğin Penrose, Turing makinelerinin
çözümsüz bulduğu soruları insanlar prensipte cevaplayabiliyor,
dolayısıyla beyinlerinde Turing makinelerinde olmayan bir fiziksel
(kuantum ötesi) mekanizma olmalı derken #4 ile #5'i birbirine
karıştırıyor. Turing bir matematikçi, bahsettiği cevaplanabilirlik
matematiksel bir kavram. Fizik kanunları değiştirilerek çözüm
bulunabilecek bir problem değil. Turing'in söyledikleri bu
evrende, ve diğer tüm olası evrenlerde geçerli. Aynı şekilde David
Deutsch (yine bir fizikçi), eskiden theory of computation vardı
şimdi artık ondan daha genel quantum theory of computation var
derken, yine Turing'in tarif ettiği fiziksel makineyi ve anlatmaya
çalıştığı matematiksel kavramı birbirine karıştırıyor. Turing'in
theory of computation'u genel, quantum computer'lar bazı sorulara
daha hızlı cevap bulabilmekle birlikte neyin computable olduğunu
değiştirmiyorlar.
Full post... Related link
December 27, 2006
Bilmiyorum diyebilmek
Feynman'ın bir BBC röportajından alıntı ve biraz yorum:
"You see, one thing is, I can live with doubt and uncertainty and
not knowing. I think it's much more interesting to live not
knowing than to have answers which might be wrong. I have
approximate answers and possible beliefs and different degrees of
certainty about different things, but I'm not absolutely sure of
anything and there are many things I don't know anything about,
such as whether it means anything to ask why we're here, and what
the question might mean.
I might think about it a little bit and if I can't figure it out,
then I go on to something else, but I don't have to know an
answer, I don't feel frightened by not knowing things, by being
lost in a mysterious Universe without having any purpose, which is
the way it really is so far as I can tell. It doesn't frighten
me."
Boston'da David Marr'in anısına verilen bir konferansta Nobel
ödüllü bir biyolog dinlemiştim. Adam kimya mühendislerinin şu anda
tasarlıyabildiği en kompleks sistemlerle (büyük kimya
fabrikalarında belki bir düzine reaksiyon bilgisayarlar
kontrolünde dengede tutulabiliyor), en basit hücrenin içinde
serbestçe dolaşan moleküller arasında aynı anda denge içinde
meydana gelen binlerce reaksiyonu karşılaştırıyordu. Üstelik hücre
içinde meydana gelen reaksiyonların ancak bir iki düzinesinin
nasıl çalıştığını biliyoruz, ve hemen her bir tanesini keşfedene
de Nobel ödülü veriyoruz. Bu konuşma beni hep çok
etkiledi. Doğanın sırlarına doğurduğu hayranlığın, ve insan
bilgisinin zavallılığının ötesinde ben adamın tavrından çok
etkilendim. Adam "ben bunu bilmiyorum" dediğinde aslında çıkan
sonuç "bunu insanlık bilmiyor" idi. Bu kadar güçlü bir şekilde
"bilmiyorum" diyebilmeyi isterdim.
Bilim ve matematikte oyunun kurallarından bahsederken insanlar
arasına anlaşmayı sağlayabilecek asgari müşterekler kavramını
kullanmıştım. Belki başka bir ortak yönleri, insandan kendine ve
başkalarına karşı tam dürüstlük gerektirmeleri. Bana çekici gelen,
Feynman'a "İ am ok with not knowing", Nobel ödüllü biyoloğa "ben
bunu bilmiyorum" dedirten, bu lekesiz dürüstlük. İktidar
kavgasında olan insanların böyle bir dürüstlük ihtiyacı
hissettiklerin sanmıyorum.
Kültürümüzde nedense "bilmiyorum" bir zayıflık ifadesi olarak
görünür. Önde gelen aydınlarımızın, politikacılarımızın herhangi
bir konuda "bilmiyorum" dediğine pek rastlamadım. Bu hastalıktan
kurtulmalıyız. Herkesi bilim adamı yapalım demiyorum ama toplum
içinde küçük bir azınlık ta olsa her dediğine güvenebileceğimiz
bir insan grubu olması güzel olmaz mıydı? Belki tarih
kitaplarımızın hikayenin sadece iktidar tarafını anlatmalarıdır
problem...
Full post... Related link
"You see, one thing is, I can live with doubt and uncertainty and
not knowing. I think it's much more interesting to live not
knowing than to have answers which might be wrong. I have
approximate answers and possible beliefs and different degrees of
certainty about different things, but I'm not absolutely sure of
anything and there are many things I don't know anything about,
such as whether it means anything to ask why we're here, and what
the question might mean.
I might think about it a little bit and if I can't figure it out,
then I go on to something else, but I don't have to know an
answer, I don't feel frightened by not knowing things, by being
lost in a mysterious Universe without having any purpose, which is
the way it really is so far as I can tell. It doesn't frighten
me."
Boston'da David Marr'in anısına verilen bir konferansta Nobel
ödüllü bir biyolog dinlemiştim. Adam kimya mühendislerinin şu anda
tasarlıyabildiği en kompleks sistemlerle (büyük kimya
fabrikalarında belki bir düzine reaksiyon bilgisayarlar
kontrolünde dengede tutulabiliyor), en basit hücrenin içinde
serbestçe dolaşan moleküller arasında aynı anda denge içinde
meydana gelen binlerce reaksiyonu karşılaştırıyordu. Üstelik hücre
içinde meydana gelen reaksiyonların ancak bir iki düzinesinin
nasıl çalıştığını biliyoruz, ve hemen her bir tanesini keşfedene
de Nobel ödülü veriyoruz. Bu konuşma beni hep çok
etkiledi. Doğanın sırlarına doğurduğu hayranlığın, ve insan
bilgisinin zavallılığının ötesinde ben adamın tavrından çok
etkilendim. Adam "ben bunu bilmiyorum" dediğinde aslında çıkan
sonuç "bunu insanlık bilmiyor" idi. Bu kadar güçlü bir şekilde
"bilmiyorum" diyebilmeyi isterdim.
Bilim ve matematikte oyunun kurallarından bahsederken insanlar
arasına anlaşmayı sağlayabilecek asgari müşterekler kavramını
kullanmıştım. Belki başka bir ortak yönleri, insandan kendine ve
başkalarına karşı tam dürüstlük gerektirmeleri. Bana çekici gelen,
Feynman'a "İ am ok with not knowing", Nobel ödüllü biyoloğa "ben
bunu bilmiyorum" dedirten, bu lekesiz dürüstlük. İktidar
kavgasında olan insanların böyle bir dürüstlük ihtiyacı
hissettiklerin sanmıyorum.
Kültürümüzde nedense "bilmiyorum" bir zayıflık ifadesi olarak
görünür. Önde gelen aydınlarımızın, politikacılarımızın herhangi
bir konuda "bilmiyorum" dediğine pek rastlamadım. Bu hastalıktan
kurtulmalıyız. Herkesi bilim adamı yapalım demiyorum ama toplum
içinde küçük bir azınlık ta olsa her dediğine güvenebileceğimiz
bir insan grubu olması güzel olmaz mıydı? Belki tarih
kitaplarımızın hikayenin sadece iktidar tarafını anlatmalarıdır
problem...
Full post... Related link
December 26, 2006
Bilimin Değerleri 2
Bilimle ilgili üç soru var gibi görünüyor:
1. Hangi konuları araştıralım?
2. Verilerle tutarlı kuramlardan hangilerini seçelim?
3. Konu ve kuram belli olduğunda nasıl test edelim?
No. 3 üzerinde hepimiz anlaşıyoruz. Popper bilimsel olmak test
edilebilir olmaktır demiş, Galileo'nun deneysel yöntemi testin
gözlemle yapılması gerektiğini belirlemiş. Belki tam
anlaşamadığımız nokta No. 3'un bilimin gerek ve yeter "tanımı"
olduğu. Bilimle bilim olmayanı birbirinden ayırmak için
kullanabileceğimiz tek kriter bu. 1 ve 2'ye vereceğimiz cevaplar
zaman içinde değişebilir, ama bu cevaplarla "bilim nedir"
sorusunun cevabını karıştırmamak gerek.
No. 1 üzerinde söyleyebileceğim pek bir şey yok. Bu bir "ne
yapmalıyız" (ought) sorusu. Yani "nedir" (is) sorusu değil. "Ne
yapmalıyız"'a verilen cevapların nesnel/öznel diye
sınıflandırılması anlamlı değil gibi, bu sınıflandırma ancak
"nedir" sorularına uygulandığında ben ne demek istediğimizi
anlıyorum. "Ne yapmalıyız" sorularına nesnel bir cevap
verilebilmesi için ulaşılmak istenen amacın da nesnel bir şekilde
tanımlanması gerek. Eğer amaç tanımlanırsa soru "A seçimini
yaparsak B sonucunu elde eder miyiz?" gibi bir "nedir" sorusuna
dönüşür ve cevabın nesnel olup olmadığı tartışılabilir.
No. 2 aralarında benim için en ilginç olan soru. İlgilendiğimiz
konuya karar verdikten sonra bu konu ile ilgili bildiklerimizle
tutarlı hipotezlerden hangisini seçelim ki, ileride yapacağımız
gözlemleri doğru tahmin etme şansı (yani genelleme gücü) en yüksek
olsun. Memduh'un "eşit derecede açıklama" dediği ve Barkın'ın
kafasına takılan kavram genelleme gücü ile tanımlanabilir. Bir
önceki mesajımda nesnel cevaplar olduğunu iddia ettiğim soru bu.
"Mathematics of generalization" aslında bir kitap ismi: bu soruya
klasik istatistikçilerin, bayesian'ların, machine learning'in,
Occam's razor'cuların, fizikçilerin, algorithmic compexity
theoristlerin vs verdikleri değişik cevapları tartışıyor. Kitap 10
sene önce yazıldığı için pek çok yeni ilerlemeyi içermiyor, alan
çok hızlı gelişen bir alan. Zaten bu kadar farklı disiplinden
insan aynı konuda birşeyler söyleyebildiğine göre bunun emekleme
devresinde bir alan olduğu ve henüz son sözün söylenmediği
belli. İlgi olursa belki bir sunum hazırlayabilirim, ama ben de
bölük pörçük biliyorum toparlamak için zaman gerekir.
Putnam bu nesnel yaklaşımı görmezden gelip bilim adamlarının
kullandıkları heuristic'lere odaklanmış:
"Bunlar "coherence, simplicity, plausibility, reasonableness"
hatta "beauty" gibi değerler. Bunların toplumsal alanda kullanılan
"ahlaki, iyi" gibi değer yargılarından temelde farklı olmadığını
düşünüyor."
Ben temelde bunlar arasında çok fark olduğunu düşünüyorum.
Birincisi "coherence, simplicity" vs. sadece tercih edilen
özellikler, kesin aranan ya da amaç olan özellikler değil. Örneğin
quantum teorisi "reasonable" demiyor kimse. İkincisi nesnel teori
ilerledikçe, bu yaklaşık tercihlerden daha iyi sonuç veren
kriterler ortaya çıkabilir, bilim adamları o zaman bu yaklaşık
tercihleri bırakırlar. "Ahlaki, iyi" bu açıdan farklı, ne pahasına
olursa olsun ulaşılmaya çalışan değerler. Bana ilk grup araç,
ikinci grup amaç gibi geliyor. Dolayısıyla ikisini de "değer
yargısı" kefesine koymak yanıltıcı. Toplumsal alanda "ahlaki,
iyi"'ye denk gelen amaç ya da değer bilimde "doğru" olabilir, bu
da Galileo ve Popper'ın gözlemle test edilebilirlik kriteriyle
nesnel bir şekilde tanımlanmış. Kısacası bir alanın No. 3'e
verdiği cevap ile diğer alanın No. 1 ve No. 2'ye verdiği cevapları
karşılaştırmak bir kategori hatası.
Berkin "peki bilimin amacı ne" diye sormuş. Cevap "biz ne
istiyorsak o olabilir". Galileo'nun bilim tanımı ancak "nasıl"
sorusuna cevap veriyor, "neden" sorusuna değil. Ustanın bize
verdiği tekniği öğrenip bunu ister evreni anlamak için kullanırız,
ister birbirimizi yok etmek için. Tabi burada seçeceğimiz amaç
daha önce bahsettiğim gibi No.1'e nesnel bir cevap verebilmek için
kullanılabilir.
Son olarak "ne bilimdir, ne bilim değildir" örneklemesine devam.
Berkin'in mesajından:
"Mesela Merkür'ün yörüngesindeki sapma probleminde, genel
görelilik yolunu seçmek yerine; pekala, "Newton kuramı hemen her
yerde geçerli; Merkür hariç" gibi bir önerme gayet bilimsel
(yanlışlanabilir) olurdu; ama hiç de "plausible" olmazdı."
Merkür hariç lafını ex-post (gözlemi yaptıktan sonra) söylediğin
için bilimsel bir iddia değil bu örneğin. Gözlemler yaptıkça yeni
şeyler söyleyemeyiz demek istemiyorum. Ama o zaman yeni ortaya
attığın hipotezin gözlemediğimiz birşey hakkında test edilebilir
bir iddiada bulunması lazım. "Merkür hariç" teorin bu açıdan
yanlışlanabilir değil.
Evrimin değil doğal seleksiyonun bilimsel bir iddia olduğu fikrini
ise doğru dürüst anlatamamışım. En iyisi daha iyi anlatan birinden
okuyalım:
"Evolution is a fact, just as the elliptical shape of the orbit of
a planet around the sun is a fact. There is ample evidence of
evolution at work, transforming one species into another, both in
the fossil record and from studies of present-day life on
Earth. The theory of natural selection, arrived at independently
by Charles Darwin and Alfred Russel Wallace in the second half of
the nineteenth century, is a model which offers an explanation of
why evolution happens, just as the theory of gravity, arrived at
by Isaac Newton in the second half of the seventeenth century, is
a model which offers an explanation of why planets follow
elliptical orbits." -- John Gribbin, in Deep Simplicity
Full post... Related link
1. Hangi konuları araştıralım?
2. Verilerle tutarlı kuramlardan hangilerini seçelim?
3. Konu ve kuram belli olduğunda nasıl test edelim?
No. 3 üzerinde hepimiz anlaşıyoruz. Popper bilimsel olmak test
edilebilir olmaktır demiş, Galileo'nun deneysel yöntemi testin
gözlemle yapılması gerektiğini belirlemiş. Belki tam
anlaşamadığımız nokta No. 3'un bilimin gerek ve yeter "tanımı"
olduğu. Bilimle bilim olmayanı birbirinden ayırmak için
kullanabileceğimiz tek kriter bu. 1 ve 2'ye vereceğimiz cevaplar
zaman içinde değişebilir, ama bu cevaplarla "bilim nedir"
sorusunun cevabını karıştırmamak gerek.
No. 1 üzerinde söyleyebileceğim pek bir şey yok. Bu bir "ne
yapmalıyız" (ought) sorusu. Yani "nedir" (is) sorusu değil. "Ne
yapmalıyız"'a verilen cevapların nesnel/öznel diye
sınıflandırılması anlamlı değil gibi, bu sınıflandırma ancak
"nedir" sorularına uygulandığında ben ne demek istediğimizi
anlıyorum. "Ne yapmalıyız" sorularına nesnel bir cevap
verilebilmesi için ulaşılmak istenen amacın da nesnel bir şekilde
tanımlanması gerek. Eğer amaç tanımlanırsa soru "A seçimini
yaparsak B sonucunu elde eder miyiz?" gibi bir "nedir" sorusuna
dönüşür ve cevabın nesnel olup olmadığı tartışılabilir.
No. 2 aralarında benim için en ilginç olan soru. İlgilendiğimiz
konuya karar verdikten sonra bu konu ile ilgili bildiklerimizle
tutarlı hipotezlerden hangisini seçelim ki, ileride yapacağımız
gözlemleri doğru tahmin etme şansı (yani genelleme gücü) en yüksek
olsun. Memduh'un "eşit derecede açıklama" dediği ve Barkın'ın
kafasına takılan kavram genelleme gücü ile tanımlanabilir. Bir
önceki mesajımda nesnel cevaplar olduğunu iddia ettiğim soru bu.
"Mathematics of generalization" aslında bir kitap ismi: bu soruya
klasik istatistikçilerin, bayesian'ların, machine learning'in,
Occam's razor'cuların, fizikçilerin, algorithmic compexity
theoristlerin vs verdikleri değişik cevapları tartışıyor. Kitap 10
sene önce yazıldığı için pek çok yeni ilerlemeyi içermiyor, alan
çok hızlı gelişen bir alan. Zaten bu kadar farklı disiplinden
insan aynı konuda birşeyler söyleyebildiğine göre bunun emekleme
devresinde bir alan olduğu ve henüz son sözün söylenmediği
belli. İlgi olursa belki bir sunum hazırlayabilirim, ama ben de
bölük pörçük biliyorum toparlamak için zaman gerekir.
Putnam bu nesnel yaklaşımı görmezden gelip bilim adamlarının
kullandıkları heuristic'lere odaklanmış:
"Bunlar "coherence, simplicity, plausibility, reasonableness"
hatta "beauty" gibi değerler. Bunların toplumsal alanda kullanılan
"ahlaki, iyi" gibi değer yargılarından temelde farklı olmadığını
düşünüyor."
Ben temelde bunlar arasında çok fark olduğunu düşünüyorum.
Birincisi "coherence, simplicity" vs. sadece tercih edilen
özellikler, kesin aranan ya da amaç olan özellikler değil. Örneğin
quantum teorisi "reasonable" demiyor kimse. İkincisi nesnel teori
ilerledikçe, bu yaklaşık tercihlerden daha iyi sonuç veren
kriterler ortaya çıkabilir, bilim adamları o zaman bu yaklaşık
tercihleri bırakırlar. "Ahlaki, iyi" bu açıdan farklı, ne pahasına
olursa olsun ulaşılmaya çalışan değerler. Bana ilk grup araç,
ikinci grup amaç gibi geliyor. Dolayısıyla ikisini de "değer
yargısı" kefesine koymak yanıltıcı. Toplumsal alanda "ahlaki,
iyi"'ye denk gelen amaç ya da değer bilimde "doğru" olabilir, bu
da Galileo ve Popper'ın gözlemle test edilebilirlik kriteriyle
nesnel bir şekilde tanımlanmış. Kısacası bir alanın No. 3'e
verdiği cevap ile diğer alanın No. 1 ve No. 2'ye verdiği cevapları
karşılaştırmak bir kategori hatası.
Berkin "peki bilimin amacı ne" diye sormuş. Cevap "biz ne
istiyorsak o olabilir". Galileo'nun bilim tanımı ancak "nasıl"
sorusuna cevap veriyor, "neden" sorusuna değil. Ustanın bize
verdiği tekniği öğrenip bunu ister evreni anlamak için kullanırız,
ister birbirimizi yok etmek için. Tabi burada seçeceğimiz amaç
daha önce bahsettiğim gibi No.1'e nesnel bir cevap verebilmek için
kullanılabilir.
Son olarak "ne bilimdir, ne bilim değildir" örneklemesine devam.
Berkin'in mesajından:
"Mesela Merkür'ün yörüngesindeki sapma probleminde, genel
görelilik yolunu seçmek yerine; pekala, "Newton kuramı hemen her
yerde geçerli; Merkür hariç" gibi bir önerme gayet bilimsel
(yanlışlanabilir) olurdu; ama hiç de "plausible" olmazdı."
Merkür hariç lafını ex-post (gözlemi yaptıktan sonra) söylediğin
için bilimsel bir iddia değil bu örneğin. Gözlemler yaptıkça yeni
şeyler söyleyemeyiz demek istemiyorum. Ama o zaman yeni ortaya
attığın hipotezin gözlemediğimiz birşey hakkında test edilebilir
bir iddiada bulunması lazım. "Merkür hariç" teorin bu açıdan
yanlışlanabilir değil.
Evrimin değil doğal seleksiyonun bilimsel bir iddia olduğu fikrini
ise doğru dürüst anlatamamışım. En iyisi daha iyi anlatan birinden
okuyalım:
"Evolution is a fact, just as the elliptical shape of the orbit of
a planet around the sun is a fact. There is ample evidence of
evolution at work, transforming one species into another, both in
the fossil record and from studies of present-day life on
Earth. The theory of natural selection, arrived at independently
by Charles Darwin and Alfred Russel Wallace in the second half of
the nineteenth century, is a model which offers an explanation of
why evolution happens, just as the theory of gravity, arrived at
by Isaac Newton in the second half of the seventeenth century, is
a model which offers an explanation of why planets follow
elliptical orbits." -- John Gribbin, in Deep Simplicity
Full post... Related link
December 23, 2006
Bilimin Değerleri
Putnam'ın "The collapse of the Fact/Value Dichotomy" kitabındaki
temel iddiası, sosyal/kültürel uzayda "değer yargıları" ne kadar
önemliyse, bilimsel dünyada da "değer yargıları"nın o kadar önemli
olduğu. Temel bilimlerin, sosyal bilimlere nesnellik iddiası
bağlamında üstünlük sağlamasını temelsiz buluyor.
Bilimin dayandığı temel değerler 350 yıl önce Galileo tarafından
açık seçik ortaya konmuş olmasına rağmen toplumumuz (ve bazı
filozof takımı) tarafından hala özümsenememiş durumda. Bu yüzden
creationism gibi bir akım bugün bilim adı altında taraftar
toplayabiliyor. Amerika ve Türkiye'de nüfusun yarısından fazlası
evrim "teorisine" inanmamayı seçebiliyor. Bunun yanında Atlantis,
UFOlar, ve beynin 10%'undan fazlasını kullanma ile ilgili
saçmalıklar Carl Sagan'ın gerçek bilimsel sonuçlarla ilgili güzel
kitaplarından daha fazla satıyor.
Böyle bir ortamda Putnam gibi insanların çıkıp suyu daha da
bulandırmasına büyük bir tepki duyuyorum. İhtiyacımız olan bilimle
gerçekten uğraşan her dürüst araştırmacının kemiklerinde
hissettiği prensipleri insanlara açık bir dille anlatmak. Felsefe
yapma uğruna zaten karışmış kafaları daha da karıştırmak
değil. Dolayısıyla önce Galileo ve Popper'ın demek istediklerine
kısaca değinip sonra Putnam'ın çalışmasını eleştirmek istiyorum.
Galileo'nun koyduğu prensip basit: bilimsel bir iddia gözlemle
test edilebilir olmalıdır. Buradan iki sonuç çıkıyor. Birincisi
doğrulukla ilgili: gözlem iddianın tersini gösterdiği anda
arkasında kim olursa olsun o iddia çöpe atılır. Herhangi bir
iddianın kesin doğruluğu ise hiçbir zaman kabul edilmez, bilimsel
doğru diye birşey yoktur. İkincisi ise iddianın açıklayıcığıyla
ilgili: iddia henüz gözlemediğimiz durumlarla ilgili bize bilgi
vermeli, genelleme gücü olmalı. Yoksa tanım anlamsız. Örneğin,
"son elli yıldır Türkiye'de enflasyon yükseldiğinde faizler
düşmüştür" bilimsel bir iddia değil. Test edilecek birşey
yok. Eldeki data'ya göre ya doğru bir bilgidir ya yanlış bir
bilgi, ya da data yoktur bilmiyoruz deriz. Halbuki "benim boyum
sabah kalktığımda akşamkine nazaran iki santim uzundur" bilimsel
bir iddia. Ölçer görürüz.
Popper neyin bilimsel olmadığını ayırt etmeye çalışmış
yanlışlanabilirlik iddiasını ortaya atarken. Meşhur örneği
astroloji ile meteorolojiyi karşılaştırmak: ikisi de teknik ve
matematiksel içerik (yüksek), tahmin yeteneği (düşük), insanların
güveni vs. gibi kriterlere göre benzer konular. Fakat meteoroloji
bir bilim, çünkü "yarın yağmur yağacak." gibi gözlemle test
edilebilir iddialarda bulunuyor. Astroloji bilim değil çünkü
ertesi gün ne olursa olsun ona uyacak bir gezegen - yıldız
pozisyonu bulabiliyor. Benzer eleştiriyi örneğin numeroloji
kullanarak, ya da Nostradamus'un kitaplarına, Kuran'a, İncil'e
bakarak olup bitmiş olaylarla ilgili "tahmin" lerde bulunmak vs
için de getirilebilir.
Bu noktada sık yapılan bir yanlışa dikkat çekmek istiyorum. Bugün
gördüğümüz canlıların evrim sonucu meydana geldikleri bilimsel bir
iddia değil. Ya öyle olmuştur ya da olmamıştır. Doğal seleksiyon
ile adaptasyon mekanizması ise bilimsel bir iddia. Örneğin şu ana
kadar gözlenmemiş büyük bir doğal değişiklik olduğunda (iklim
değişikliği, meteor düşmesi) canlıların genetik olarak nasıl
adapte olduğu hakkında test edilebilir tahminlerde bulunuyor. Söz
konusu değişiklik gelecekte olabileceği gibi, şu ana kadar farkına
varmadığımız geçmişteki bir olay da olabilir (örneğin dinazorların
yok olmasına sebep olan Yucatan meteoru gibi).
Eğer geçmişte olmuş bir olayı bilimsel bir iddiayı test etmek için
kullanacaksak, bu olayın iddia ortaya atıldığı sırada bilinmiyor
olması önemli, yoksa numerolojinin ya da astrolojinin yaptığı
curve-fitting hatasına düşeriz. Son yıllarda Pinker ile
popülerleşen evrimsel psikoloji bu yüzden bilim tanımını
zorluyor. İnsanların şu anda bildiğimiz psikolojik özelliklerine,
yine şu anda kabul ettiğimiz maymun atalarının yaşam stilleri ile
"açıklamalar" getirmek bilim olmak için yeterli değil. Bilinmeyen
özelliklerimiz, bilinmeyen ortamlara tepkilerimizle ilgili test
edilebilir iddialar getirmeleri lazım. Aynı eleştiri sık sık
string theory için yapılıyor. String theory'nin öne sürdüğü bazı
iddiaların test edilmesi prensipte mümkün değil. Bu tip iddialar
bilimsel bir açıdan "evreni Allah yarattı", ya da "gezegenleri
melekler ittiriyor" iddiaları ile aynı sepette. Yani gözlemler ne
gösterirse göstersin doğruluğu ya da yanlışlığı belirlenemeyecek
olan ifadeler bilimsel değil.
Yine son mesajlarda çok geçen "anlamak", "açıklamak" konusundaki
kafa karışıklıklarına bakalım: anlamak ve açıklamak psikolojik
kavramlar. Örneğin ben bazı bilimsel teorileri kağıt kalem
üzerinde çizdiğim şekillerle modelleyebildiğimde daha iyi
anlıyorum. Bu aktivitemin bilimselliği konusunda birşey ifade
etmez. Bilimsellik yine gözlemle test edilebilirlik ile
sinanir. Kuantum teorisini kimsenin doğru dürüst "anlamadığı"
söylenir. Teori gözlemlerle desteklendikçe bu bilimsellik
açısından önemli değil. Bir iddianın bilimselliği de onu gerçekten
"anlayabilmemiz" ya da başkasına "açıklayabilmemiz" konusunda
birşey söylemiyor.
Bu yazdıklarımdan öncelikle bilimin ve bilimselliğin
gerçekleştirilen bir takım aktiviteler için bir isim değil, bazı
iddiaları ve onları desteklemek için kullanılabilecek metodolojiyi
tanımlayan bir sıfat olduğu sonucu çıkıyor. Üstelik te pek
insancıl olmayan, insanlara faydalı olma, insanların anlayışını
geliştirme gibi konularla ilgisi olmayan bir sıfat. Galileo ya da
Popper'ın bilim diye tanımladıkları şeyin bu olup olmadığı
tartışılabilir. Ama en azından bu tanımın onların ifadeleriyle
tutarlı olduğunu iddia ediyorum.
Neden böylesine soğuk ve nesnel bir tanım? Matematik ya da bilim
deyince benim kafamda canlanan resim şu: birbiriyle taban tabana
zıt görüşlere sahip, ve kesinlikle anlaşmak istemeyen iki insan
düşünün. Eğer bu insanların zeki ve sağduyulu olduklarını
varsayarsak, üzerlerinde anlaşmak ZORUNDA hissedecekleri şeyler
nelerdir? Matematik ve bilim bu asgari müşterekleri
tanımlıyor. Eğer matematikte benim aksiyomlarımı ve inference
kurallarımı kabul ederseniz ondan sonra çıkardığım sonuçlara
(dürüstçe) itiraz edemezsiniz. Evrende ise yapılacak bir gözlemin
sonucu hakkında iddialaştıktan sonra o gözlemi yapmak tartışmayı
bitirir. Bu ikisi dışında ben anlaşmak istemeyen iki insanı
anlaşmaya zorlayacak bir düşünce sistemi bilmiyorum. Bunlara bir
nevi oyunun kuralları olarak bakabiliriz. Herkes bu kuralları
kabul etmek zorunda değil. Örneğin papa Galileo'nun teleskobundan
bakmayı reddettiğinde, ben senin oyununu oynamayacağım
diyordu. Askerler ise Galileo'nun hareketle ilgili yeni
kanunlarına dört elle sarıldılar, çünkü onların tek umursadığı
doğru sonuçlardı ve top gülleleri Aristo'nun değil Galileo'nun
dediği noktaya düşüyordu. Her ne kadar savaştan nefret etsem de,
askerliğin pragmatik bakış açısının kötü fikirleri elimine etme
gücüne hayranım.
Gelelim Putnam'ın tartışmasına. Birincisi bilimin ne olması
gerektiğiyle, şu anki icraatın ne olduğu birbirine karıştırılmış.
Einstein ile Whitehead arasında geçen bir olayı bilimin tanımını
değiştirmek için kullanmak abes. Bu Rusya devrildiği için
komünizmin hiçbir zaman çalışmayacağını, Amerika'da evsizler
olduğu için demokrasinin ise yaramadığını, ya da bir iki sahte
fosil skandalı yüzünden insan evrimi konusundaki teorilerinin
yanlış olduğunu iddia etmekle eşdeğer bir tutum. Bir fikrin ya da
idealin tanımı illa onun bazı uygulamalardaki sonuçları ile
bağımlı değil. (Bkz. The Achilles' Heel Fallacy)
Kaldı ki, Galileo'nun verdiği tanıma göre "bilimsel" olarak
niteleyebileceğimiz iddialar sınırsız. İnsanların ilgi ve
enerjileri ise sınırlı. Her "bilimsel" iddianın (Whitehead'in
teorisi gibi) şu anda ilgi alanımız içinde olmaması, bir şekilde
onların bilimsel olmadığı, ya da bilimin nesnel olmadığı anlamına
gelmez. Her dönemde insanlar ihtiyaçları olan, ilgilerini çeken,
kabiliyetlerinin elverdiği, ya da başka bir şekilde seçtikleri
konularla bilimsel yöntemlerle uğraşıyorlar 350 yıldır. Şu anda
uğraştığımız subset'in özelliklerine bakıp bilim budur demek
bizden sonraki generasyonlara biraz saygısızlık değil mi? Bilim ya
tüm objektif iddiaları incelemektir (imkansız bir öneri) ya da şu
an bilim adamlarının kullandığı bir değerler sisteminden ibarettir
(gereksiz bir iddia) demek olmayan bir dikotomi
yaratıyor. (Bkz. The False Dilemma Fallacy)
Son olarak Galileo ve Popper nelerin bilim olmadığının sınırlarını
çizerken, Putnam nelerin bilim olduğunun sınırlarını çizmeye
çalışıyor. İkisi çok farklı şeyler, bilimsel metodoloji her geçen
gün gelişmekte. Örneğin bir modelin genelleme gücü hakkında şu an
40 sene öncesine nazaran çok daha fazla şey biliyoruz (mathematics
of generalization). Memduh'un sorduğu soruya cevaben, elimizde
belli bir data olduğunda şu modeli mi bu modeli mi seçelim
sorusunun nesnel cevapları var, ve bu cevaplar teori geliştikçe
daha iyi sonuçlar veriyorlar. Ama kazananı belirleyen test 350
senedir değişmedi. Teleskoptan bakıyoruz ve kimin kazanıp kimin
kaybettiğini görüyoruz. Sadece eldeki verilerle tutarlı modeller
arasından belki 350 sene öncesine nazaran daha iyi tahminlerle
başlıyoruz yarışa tecrübe ve teorilerimiz sayesinde. Putnam bu
gelişimleri görmezden gelip şu anda bilim adamlarının yaptıklarını
bilime ait bir "değerler" kümesi olarak tanımlamaya
çalışıyor. (Bkz. The Appeal to the Masses)
Kısacası Putnam günümüzde bilimin icra edilişini inceleyip bilimin
ne olduğuyla ilgili sonuçlar çıkarıyor. Konu ve model seçimlerinin
insanlar tarafından yapıldığı gerçeğinden yola çıkıp bilimi
nesnellik açısından diğer uğraşlarla eşdeğer tutuyor. Yapılan
seçimlerin "değer yargılarına" bağlı olduğunu iddia ederek 40
yıllık "mathematics of generalization" çalışmasını yok
sayıyor. Bilimde nesnel olanın icraat değil kazananı belirleyen
kurallar olduğunu görmezden gelerek büyük bir kategori hatası
yapıyor.
Kafamızı karıştırmayalım. Galileo'nun tek dediği: "Bilimsel bir
iddia gözlemle test edilebilir olmalıdır." Bilimin gerek ve yeter
tanımı budur. Bizim hangi konulara ve modellere öncelik verdiğimiz
bambaşka bir sorudur, ve bu soruya felsefik kelime oyunları ve
sosyoloji gözlemleri ile değil matematikle nesnel olarak karar
verebiliriz. Nesnellik hala yanımızda ve hala eskisi kadar
güvenilir ve sağlıklı.
Not:
Memduh'un konuyu başlatan mesajı
Berkin'in cevabı
Emrah'ın cevabı
Full post... Related link
temel iddiası, sosyal/kültürel uzayda "değer yargıları" ne kadar
önemliyse, bilimsel dünyada da "değer yargıları"nın o kadar önemli
olduğu. Temel bilimlerin, sosyal bilimlere nesnellik iddiası
bağlamında üstünlük sağlamasını temelsiz buluyor.
Bilimin dayandığı temel değerler 350 yıl önce Galileo tarafından
açık seçik ortaya konmuş olmasına rağmen toplumumuz (ve bazı
filozof takımı) tarafından hala özümsenememiş durumda. Bu yüzden
creationism gibi bir akım bugün bilim adı altında taraftar
toplayabiliyor. Amerika ve Türkiye'de nüfusun yarısından fazlası
evrim "teorisine" inanmamayı seçebiliyor. Bunun yanında Atlantis,
UFOlar, ve beynin 10%'undan fazlasını kullanma ile ilgili
saçmalıklar Carl Sagan'ın gerçek bilimsel sonuçlarla ilgili güzel
kitaplarından daha fazla satıyor.
Böyle bir ortamda Putnam gibi insanların çıkıp suyu daha da
bulandırmasına büyük bir tepki duyuyorum. İhtiyacımız olan bilimle
gerçekten uğraşan her dürüst araştırmacının kemiklerinde
hissettiği prensipleri insanlara açık bir dille anlatmak. Felsefe
yapma uğruna zaten karışmış kafaları daha da karıştırmak
değil. Dolayısıyla önce Galileo ve Popper'ın demek istediklerine
kısaca değinip sonra Putnam'ın çalışmasını eleştirmek istiyorum.
Galileo'nun koyduğu prensip basit: bilimsel bir iddia gözlemle
test edilebilir olmalıdır. Buradan iki sonuç çıkıyor. Birincisi
doğrulukla ilgili: gözlem iddianın tersini gösterdiği anda
arkasında kim olursa olsun o iddia çöpe atılır. Herhangi bir
iddianın kesin doğruluğu ise hiçbir zaman kabul edilmez, bilimsel
doğru diye birşey yoktur. İkincisi ise iddianın açıklayıcığıyla
ilgili: iddia henüz gözlemediğimiz durumlarla ilgili bize bilgi
vermeli, genelleme gücü olmalı. Yoksa tanım anlamsız. Örneğin,
"son elli yıldır Türkiye'de enflasyon yükseldiğinde faizler
düşmüştür" bilimsel bir iddia değil. Test edilecek birşey
yok. Eldeki data'ya göre ya doğru bir bilgidir ya yanlış bir
bilgi, ya da data yoktur bilmiyoruz deriz. Halbuki "benim boyum
sabah kalktığımda akşamkine nazaran iki santim uzundur" bilimsel
bir iddia. Ölçer görürüz.
Popper neyin bilimsel olmadığını ayırt etmeye çalışmış
yanlışlanabilirlik iddiasını ortaya atarken. Meşhur örneği
astroloji ile meteorolojiyi karşılaştırmak: ikisi de teknik ve
matematiksel içerik (yüksek), tahmin yeteneği (düşük), insanların
güveni vs. gibi kriterlere göre benzer konular. Fakat meteoroloji
bir bilim, çünkü "yarın yağmur yağacak." gibi gözlemle test
edilebilir iddialarda bulunuyor. Astroloji bilim değil çünkü
ertesi gün ne olursa olsun ona uyacak bir gezegen - yıldız
pozisyonu bulabiliyor. Benzer eleştiriyi örneğin numeroloji
kullanarak, ya da Nostradamus'un kitaplarına, Kuran'a, İncil'e
bakarak olup bitmiş olaylarla ilgili "tahmin" lerde bulunmak vs
için de getirilebilir.
Bu noktada sık yapılan bir yanlışa dikkat çekmek istiyorum. Bugün
gördüğümüz canlıların evrim sonucu meydana geldikleri bilimsel bir
iddia değil. Ya öyle olmuştur ya da olmamıştır. Doğal seleksiyon
ile adaptasyon mekanizması ise bilimsel bir iddia. Örneğin şu ana
kadar gözlenmemiş büyük bir doğal değişiklik olduğunda (iklim
değişikliği, meteor düşmesi) canlıların genetik olarak nasıl
adapte olduğu hakkında test edilebilir tahminlerde bulunuyor. Söz
konusu değişiklik gelecekte olabileceği gibi, şu ana kadar farkına
varmadığımız geçmişteki bir olay da olabilir (örneğin dinazorların
yok olmasına sebep olan Yucatan meteoru gibi).
Eğer geçmişte olmuş bir olayı bilimsel bir iddiayı test etmek için
kullanacaksak, bu olayın iddia ortaya atıldığı sırada bilinmiyor
olması önemli, yoksa numerolojinin ya da astrolojinin yaptığı
curve-fitting hatasına düşeriz. Son yıllarda Pinker ile
popülerleşen evrimsel psikoloji bu yüzden bilim tanımını
zorluyor. İnsanların şu anda bildiğimiz psikolojik özelliklerine,
yine şu anda kabul ettiğimiz maymun atalarının yaşam stilleri ile
"açıklamalar" getirmek bilim olmak için yeterli değil. Bilinmeyen
özelliklerimiz, bilinmeyen ortamlara tepkilerimizle ilgili test
edilebilir iddialar getirmeleri lazım. Aynı eleştiri sık sık
string theory için yapılıyor. String theory'nin öne sürdüğü bazı
iddiaların test edilmesi prensipte mümkün değil. Bu tip iddialar
bilimsel bir açıdan "evreni Allah yarattı", ya da "gezegenleri
melekler ittiriyor" iddiaları ile aynı sepette. Yani gözlemler ne
gösterirse göstersin doğruluğu ya da yanlışlığı belirlenemeyecek
olan ifadeler bilimsel değil.
Yine son mesajlarda çok geçen "anlamak", "açıklamak" konusundaki
kafa karışıklıklarına bakalım: anlamak ve açıklamak psikolojik
kavramlar. Örneğin ben bazı bilimsel teorileri kağıt kalem
üzerinde çizdiğim şekillerle modelleyebildiğimde daha iyi
anlıyorum. Bu aktivitemin bilimselliği konusunda birşey ifade
etmez. Bilimsellik yine gözlemle test edilebilirlik ile
sinanir. Kuantum teorisini kimsenin doğru dürüst "anlamadığı"
söylenir. Teori gözlemlerle desteklendikçe bu bilimsellik
açısından önemli değil. Bir iddianın bilimselliği de onu gerçekten
"anlayabilmemiz" ya da başkasına "açıklayabilmemiz" konusunda
birşey söylemiyor.
Bu yazdıklarımdan öncelikle bilimin ve bilimselliğin
gerçekleştirilen bir takım aktiviteler için bir isim değil, bazı
iddiaları ve onları desteklemek için kullanılabilecek metodolojiyi
tanımlayan bir sıfat olduğu sonucu çıkıyor. Üstelik te pek
insancıl olmayan, insanlara faydalı olma, insanların anlayışını
geliştirme gibi konularla ilgisi olmayan bir sıfat. Galileo ya da
Popper'ın bilim diye tanımladıkları şeyin bu olup olmadığı
tartışılabilir. Ama en azından bu tanımın onların ifadeleriyle
tutarlı olduğunu iddia ediyorum.
Neden böylesine soğuk ve nesnel bir tanım? Matematik ya da bilim
deyince benim kafamda canlanan resim şu: birbiriyle taban tabana
zıt görüşlere sahip, ve kesinlikle anlaşmak istemeyen iki insan
düşünün. Eğer bu insanların zeki ve sağduyulu olduklarını
varsayarsak, üzerlerinde anlaşmak ZORUNDA hissedecekleri şeyler
nelerdir? Matematik ve bilim bu asgari müşterekleri
tanımlıyor. Eğer matematikte benim aksiyomlarımı ve inference
kurallarımı kabul ederseniz ondan sonra çıkardığım sonuçlara
(dürüstçe) itiraz edemezsiniz. Evrende ise yapılacak bir gözlemin
sonucu hakkında iddialaştıktan sonra o gözlemi yapmak tartışmayı
bitirir. Bu ikisi dışında ben anlaşmak istemeyen iki insanı
anlaşmaya zorlayacak bir düşünce sistemi bilmiyorum. Bunlara bir
nevi oyunun kuralları olarak bakabiliriz. Herkes bu kuralları
kabul etmek zorunda değil. Örneğin papa Galileo'nun teleskobundan
bakmayı reddettiğinde, ben senin oyununu oynamayacağım
diyordu. Askerler ise Galileo'nun hareketle ilgili yeni
kanunlarına dört elle sarıldılar, çünkü onların tek umursadığı
doğru sonuçlardı ve top gülleleri Aristo'nun değil Galileo'nun
dediği noktaya düşüyordu. Her ne kadar savaştan nefret etsem de,
askerliğin pragmatik bakış açısının kötü fikirleri elimine etme
gücüne hayranım.
Gelelim Putnam'ın tartışmasına. Birincisi bilimin ne olması
gerektiğiyle, şu anki icraatın ne olduğu birbirine karıştırılmış.
Einstein ile Whitehead arasında geçen bir olayı bilimin tanımını
değiştirmek için kullanmak abes. Bu Rusya devrildiği için
komünizmin hiçbir zaman çalışmayacağını, Amerika'da evsizler
olduğu için demokrasinin ise yaramadığını, ya da bir iki sahte
fosil skandalı yüzünden insan evrimi konusundaki teorilerinin
yanlış olduğunu iddia etmekle eşdeğer bir tutum. Bir fikrin ya da
idealin tanımı illa onun bazı uygulamalardaki sonuçları ile
bağımlı değil. (Bkz. The Achilles' Heel Fallacy)
Kaldı ki, Galileo'nun verdiği tanıma göre "bilimsel" olarak
niteleyebileceğimiz iddialar sınırsız. İnsanların ilgi ve
enerjileri ise sınırlı. Her "bilimsel" iddianın (Whitehead'in
teorisi gibi) şu anda ilgi alanımız içinde olmaması, bir şekilde
onların bilimsel olmadığı, ya da bilimin nesnel olmadığı anlamına
gelmez. Her dönemde insanlar ihtiyaçları olan, ilgilerini çeken,
kabiliyetlerinin elverdiği, ya da başka bir şekilde seçtikleri
konularla bilimsel yöntemlerle uğraşıyorlar 350 yıldır. Şu anda
uğraştığımız subset'in özelliklerine bakıp bilim budur demek
bizden sonraki generasyonlara biraz saygısızlık değil mi? Bilim ya
tüm objektif iddiaları incelemektir (imkansız bir öneri) ya da şu
an bilim adamlarının kullandığı bir değerler sisteminden ibarettir
(gereksiz bir iddia) demek olmayan bir dikotomi
yaratıyor. (Bkz. The False Dilemma Fallacy)
Son olarak Galileo ve Popper nelerin bilim olmadığının sınırlarını
çizerken, Putnam nelerin bilim olduğunun sınırlarını çizmeye
çalışıyor. İkisi çok farklı şeyler, bilimsel metodoloji her geçen
gün gelişmekte. Örneğin bir modelin genelleme gücü hakkında şu an
40 sene öncesine nazaran çok daha fazla şey biliyoruz (mathematics
of generalization). Memduh'un sorduğu soruya cevaben, elimizde
belli bir data olduğunda şu modeli mi bu modeli mi seçelim
sorusunun nesnel cevapları var, ve bu cevaplar teori geliştikçe
daha iyi sonuçlar veriyorlar. Ama kazananı belirleyen test 350
senedir değişmedi. Teleskoptan bakıyoruz ve kimin kazanıp kimin
kaybettiğini görüyoruz. Sadece eldeki verilerle tutarlı modeller
arasından belki 350 sene öncesine nazaran daha iyi tahminlerle
başlıyoruz yarışa tecrübe ve teorilerimiz sayesinde. Putnam bu
gelişimleri görmezden gelip şu anda bilim adamlarının yaptıklarını
bilime ait bir "değerler" kümesi olarak tanımlamaya
çalışıyor. (Bkz. The Appeal to the Masses)
Kısacası Putnam günümüzde bilimin icra edilişini inceleyip bilimin
ne olduğuyla ilgili sonuçlar çıkarıyor. Konu ve model seçimlerinin
insanlar tarafından yapıldığı gerçeğinden yola çıkıp bilimi
nesnellik açısından diğer uğraşlarla eşdeğer tutuyor. Yapılan
seçimlerin "değer yargılarına" bağlı olduğunu iddia ederek 40
yıllık "mathematics of generalization" çalışmasını yok
sayıyor. Bilimde nesnel olanın icraat değil kazananı belirleyen
kurallar olduğunu görmezden gelerek büyük bir kategori hatası
yapıyor.
Kafamızı karıştırmayalım. Galileo'nun tek dediği: "Bilimsel bir
iddia gözlemle test edilebilir olmalıdır." Bilimin gerek ve yeter
tanımı budur. Bizim hangi konulara ve modellere öncelik verdiğimiz
bambaşka bir sorudur, ve bu soruya felsefik kelime oyunları ve
sosyoloji gözlemleri ile değil matematikle nesnel olarak karar
verebiliriz. Nesnellik hala yanımızda ve hala eskisi kadar
güvenilir ve sağlıklı.
Not:
Memduh'un konuyu başlatan mesajı
Berkin'in cevabı
Emrah'ın cevabı
Full post... Related link
December 22, 2006
Amaçlaşan Araçlar
"Amacın (gidilen yerin) kutsanması, aracın (oraya giden yolun ya da
oraya götüren aracın) kutsallaştırılmasını doğurabilir bazen.
Araçları, amaç yapabilir böylece insan. Ama amaçlaştırılan araçlar
(putlar), gerçek amaçların imkansızlaştırılmasına sebep
olurlar. Çünkü gerçek amacın gerçekleşmesi, onlara artık ihtiyaç
kalmaması ile eş anlamlıdır. Varlıklarını sürdürmek için, gerçek
amacın gerçekleşmemesi gerekir yani. Böylece araçlarımız bizi,
götürmeleri gerekenden başka bir yere götürür olur. İçinden
çıkılması güç bir paradoksa..." -- Onur Pusuluk
Onur'un bu güzel tespitini Rhodes'un The Making of the Atomic Bomb kitabından bir iki hikayeyle örneklendirmek isterim...
Savaşların meydanlarda askerlerin birbirlerini
öldürdükleri çatışmalardan çıkıp kitle imha araçları haline
gelmesi ikinci dünya savaşı ile yaygınlaşır. Birinci dünya
savaşında hala cepheler ve bu cephelerde çarpışan askerler söz
konusudur. İkinci dünya savaşında ise İngiliz hava kuvvetleri
Alman şehirlerini sivil insanlar eriyen astfaltların üzerinde
yanarak can verene kadar yangın bombaları ile bombalamaya,
Almanlar da Londra'ya benzer şekilde misilleme yapmaya başlarlar.
Bu gayri insani aktivitelerin resmi amacı düşmanın moralini
bozmaktır. Ama Rhodes'un çok daha ilginç bir tespiti
var. İngiltere gelirinin büyük bir kısmını hava kuvvetlerine
yatırmıştır savaş için. Fakat o günün teknolojisi ile uçakların
stratejik düşman hedeflerini (köprüler, güç santralleri vs)
vurmaları çok zor, başarı yüzdeleri çok düşüktür. Büyük ümit ve
yatırımlarla ortaya çıkarılmış hava kuvvetleri savaşta önemli bir
rol oynayamamakta ve varlıklarını savunmaları gün geçtikçe
zorlaşmaktadır. İşte bu dönemde "carpet bombing" icat olunur. Yani
yüksek nüfus yoğunluğuna sahip şehirlerin hedef belirlenmeksizin
yangın bombalarıyla bir halı gibi örtülmesi. Böylece uçakların
hedef vuramamaktaki teknolojik yetersizliği ortadan kalkar,
bombalar nereye düşerse düşsün "hedef" vurulmuş olur. Dresden
şehrinde 30,000 kadar sivilin bir günde yakılarak öldürülmesi
"Royal Air Force"'un en büyük zaferlerinden (!) biri olarak tarihe
geçer, ve hava kuvvetleri savaştaki vazgeçilmez yerlerini korumuş
olurlar.
Benzer bir dinamik Hiroshima ve Nagasaki'nin atom bombalarıyla
ortadan kaldırılımalarının arkasında da görülebilir. Amerika
iki-üç yıl içerisinde o günkü otomativ endüstrilerinin toplamının
üç-dört katı büyüklüğünde bir endüstriyi devlet parasıyla atom
bombası araştırmaları ve üretimi için kurar. Harcanan bu paranın
vergileri veren insanlara karşı savunulması şarttır, yoksa bu işe
emeği geçen politikacıları ve askerleri pek iyi bir gelecek
beklememektedir. Beni bu bombalar hakkında hep düşündüren bir iki
soru olmuştu. Birincisi, Japonya o sırada güçten düşmüş, savaşı
zaten kaybetmek üzere bir durumdaydı, böyle bir aşırı şiddete niye
gerek olsun? İkincisi, eğer yeni bir teknoloji bir gövde gösterisi
olarak denenecekse bu nüfus yoğunluğu çok daha düşük bir yerde
yapılabilir ve Japonlara bakın, teslim olmazsanız bir dahakini
Tokyo'ya atarız denilebilirdi. Fakat bu iki durumda da bomba için
yapılan büyük yatırım insanların gözünde "bir işe yaramış"
olmayacaktı. Halbuki 200,000 insanı bir anda yok ettikten sonra
kimse "bu parayı niye boşu boşuna harcadınız" diye sorma cürretini
gösteremedi.
Sanırım demek istediğim, bu tip insanlık trajedilerinin arkasında
bir iki tane sosyopat suçlu aramak boş. Keşke öyle olsaydı. O
zaman sosyopatları bir hastaneye kapatıp trajedileri
engelleyebilirdik. Ama ortada sorumlu insanlar değil kuruluşların
varlık amaçlarını sürdürmek için verdikleri mücadele var. Tarih o
noktaya geldikten sonra Royal Air Force'un başında kim olursa
olsun carpet bombing yapılacaktı, bombalar da Japonya'ya Amerikan
başkanı kim olursa olsun atılacaktı. Tek tek insanların bu tip
momentumları durdurmaya güçleri yok. Bu tip sonuçlara engel
olunabilmesi için uzak görüşlü insanların bir kurumun kuruluşu
esnasında bu problemleri ön görüp engel olmaları tek çözüm. Fakat
bunun için de malesef sosyal sistemleri, kompleks dinamiklerini,
kuruluşların canlılar gibi verdikleri hayatta kalma mücadelesini
iyi anlayıp modelleyebilmek lazım.
Geçenlerde yaptığımız tarih tartışmasına bağlayacağım konuyu -
tarih niye faydalıdır ne işe yarar diyenlere işte bir sebep
daha. Fakat atalarımız hangi savaşta kaç şehir kuşattı hikayeleri
yerine biraz sosyal yapıların dinamikleri hakkında akıllı
birşeyler söyleyebilsek...
Full post... Related link
oraya götüren aracın) kutsallaştırılmasını doğurabilir bazen.
Araçları, amaç yapabilir böylece insan. Ama amaçlaştırılan araçlar
(putlar), gerçek amaçların imkansızlaştırılmasına sebep
olurlar. Çünkü gerçek amacın gerçekleşmesi, onlara artık ihtiyaç
kalmaması ile eş anlamlıdır. Varlıklarını sürdürmek için, gerçek
amacın gerçekleşmemesi gerekir yani. Böylece araçlarımız bizi,
götürmeleri gerekenden başka bir yere götürür olur. İçinden
çıkılması güç bir paradoksa..." -- Onur Pusuluk
Onur'un bu güzel tespitini Rhodes'un The Making of the Atomic Bomb kitabından bir iki hikayeyle örneklendirmek isterim...
Savaşların meydanlarda askerlerin birbirlerini
öldürdükleri çatışmalardan çıkıp kitle imha araçları haline
gelmesi ikinci dünya savaşı ile yaygınlaşır. Birinci dünya
savaşında hala cepheler ve bu cephelerde çarpışan askerler söz
konusudur. İkinci dünya savaşında ise İngiliz hava kuvvetleri
Alman şehirlerini sivil insanlar eriyen astfaltların üzerinde
yanarak can verene kadar yangın bombaları ile bombalamaya,
Almanlar da Londra'ya benzer şekilde misilleme yapmaya başlarlar.
Bu gayri insani aktivitelerin resmi amacı düşmanın moralini
bozmaktır. Ama Rhodes'un çok daha ilginç bir tespiti
var. İngiltere gelirinin büyük bir kısmını hava kuvvetlerine
yatırmıştır savaş için. Fakat o günün teknolojisi ile uçakların
stratejik düşman hedeflerini (köprüler, güç santralleri vs)
vurmaları çok zor, başarı yüzdeleri çok düşüktür. Büyük ümit ve
yatırımlarla ortaya çıkarılmış hava kuvvetleri savaşta önemli bir
rol oynayamamakta ve varlıklarını savunmaları gün geçtikçe
zorlaşmaktadır. İşte bu dönemde "carpet bombing" icat olunur. Yani
yüksek nüfus yoğunluğuna sahip şehirlerin hedef belirlenmeksizin
yangın bombalarıyla bir halı gibi örtülmesi. Böylece uçakların
hedef vuramamaktaki teknolojik yetersizliği ortadan kalkar,
bombalar nereye düşerse düşsün "hedef" vurulmuş olur. Dresden
şehrinde 30,000 kadar sivilin bir günde yakılarak öldürülmesi
"Royal Air Force"'un en büyük zaferlerinden (!) biri olarak tarihe
geçer, ve hava kuvvetleri savaştaki vazgeçilmez yerlerini korumuş
olurlar.
Benzer bir dinamik Hiroshima ve Nagasaki'nin atom bombalarıyla
ortadan kaldırılımalarının arkasında da görülebilir. Amerika
iki-üç yıl içerisinde o günkü otomativ endüstrilerinin toplamının
üç-dört katı büyüklüğünde bir endüstriyi devlet parasıyla atom
bombası araştırmaları ve üretimi için kurar. Harcanan bu paranın
vergileri veren insanlara karşı savunulması şarttır, yoksa bu işe
emeği geçen politikacıları ve askerleri pek iyi bir gelecek
beklememektedir. Beni bu bombalar hakkında hep düşündüren bir iki
soru olmuştu. Birincisi, Japonya o sırada güçten düşmüş, savaşı
zaten kaybetmek üzere bir durumdaydı, böyle bir aşırı şiddete niye
gerek olsun? İkincisi, eğer yeni bir teknoloji bir gövde gösterisi
olarak denenecekse bu nüfus yoğunluğu çok daha düşük bir yerde
yapılabilir ve Japonlara bakın, teslim olmazsanız bir dahakini
Tokyo'ya atarız denilebilirdi. Fakat bu iki durumda da bomba için
yapılan büyük yatırım insanların gözünde "bir işe yaramış"
olmayacaktı. Halbuki 200,000 insanı bir anda yok ettikten sonra
kimse "bu parayı niye boşu boşuna harcadınız" diye sorma cürretini
gösteremedi.
Sanırım demek istediğim, bu tip insanlık trajedilerinin arkasında
bir iki tane sosyopat suçlu aramak boş. Keşke öyle olsaydı. O
zaman sosyopatları bir hastaneye kapatıp trajedileri
engelleyebilirdik. Ama ortada sorumlu insanlar değil kuruluşların
varlık amaçlarını sürdürmek için verdikleri mücadele var. Tarih o
noktaya geldikten sonra Royal Air Force'un başında kim olursa
olsun carpet bombing yapılacaktı, bombalar da Japonya'ya Amerikan
başkanı kim olursa olsun atılacaktı. Tek tek insanların bu tip
momentumları durdurmaya güçleri yok. Bu tip sonuçlara engel
olunabilmesi için uzak görüşlü insanların bir kurumun kuruluşu
esnasında bu problemleri ön görüp engel olmaları tek çözüm. Fakat
bunun için de malesef sosyal sistemleri, kompleks dinamiklerini,
kuruluşların canlılar gibi verdikleri hayatta kalma mücadelesini
iyi anlayıp modelleyebilmek lazım.
Geçenlerde yaptığımız tarih tartışmasına bağlayacağım konuyu -
tarih niye faydalıdır ne işe yarar diyenlere işte bir sebep
daha. Fakat atalarımız hangi savaşta kaç şehir kuşattı hikayeleri
yerine biraz sosyal yapıların dinamikleri hakkında akıllı
birşeyler söyleyebilsek...
Full post... Related link
December 20, 2006
Go ve Satranç
Satranç kul icadı, Go ise tanrı icadı bir oyun. Örneğin satrançta
taşların hareketleri, dizilişleri birilerinin uydurmasıyla
belirlenmiş (ve son birkaç yüz yılda birkaç defa değiştirilmiş.)
Go'nun kuralları ise o kadar az, basit ve evrensel ki, bir
matematik teoremi gibi keşif mi edilmiş icat mı edilmiş
tartışılır.
Go'da 8-9 yaş çocuk sınıfındaki iyi oyuncuları yenen bir
bilgisayar programı için büyük bir para ödülü teklif edildi. Tabi
daha yanına yaklaşan bile yok. Buna karşın satranç ve tavlada en
iyi programlar dünya şampiyonlarını zorluyor ya da
yeniyor. Satrançta basit algoritmalara dayanan programlar insan
gibi düşünmeye çalışan programlardan her zaman üstün
oldu. Dolayısıyla yapay zeka bilimine pek faydası olmadı
satrançtaki ilerlemelerin. Go'da bu teknik çalışmayacak
gibi. Çalışan teknik de daha bulunamadı ama ben bu sefer
insanların nasıl öğrendiklerini, düşündüklerini analiz etmenin
faydası olabileceği görüşündeyim.
Go'da amatör oyuncu seviyeleri kyu ile ölçülüyor. Her kyu
seviyesi bir yüksek kyu seviyesine bir taş avantaj verip oyunu
eşitleyebiliyor. En iyi olan 1 kyu'dan sonra "dan" seviyeleri
başlıyor. 9 tane dan seviyesinden sonra da "profesyonel dan"
seviyeleri var. Yani bana 9 taş avantaj verip yenen adama 9 taş
avantaj verip yenen adama 9 taş avantaj verip yenebilir bir
profesyonel :)
Bu arada bilgisayarlarin hala satranç seviyesinde başarı
gösteremedikleri oyunlar arasında poker ve brici de saymak lazım.
Full post... Related link
taşların hareketleri, dizilişleri birilerinin uydurmasıyla
belirlenmiş (ve son birkaç yüz yılda birkaç defa değiştirilmiş.)
Go'nun kuralları ise o kadar az, basit ve evrensel ki, bir
matematik teoremi gibi keşif mi edilmiş icat mı edilmiş
tartışılır.
Go'da 8-9 yaş çocuk sınıfındaki iyi oyuncuları yenen bir
bilgisayar programı için büyük bir para ödülü teklif edildi. Tabi
daha yanına yaklaşan bile yok. Buna karşın satranç ve tavlada en
iyi programlar dünya şampiyonlarını zorluyor ya da
yeniyor. Satrançta basit algoritmalara dayanan programlar insan
gibi düşünmeye çalışan programlardan her zaman üstün
oldu. Dolayısıyla yapay zeka bilimine pek faydası olmadı
satrançtaki ilerlemelerin. Go'da bu teknik çalışmayacak
gibi. Çalışan teknik de daha bulunamadı ama ben bu sefer
insanların nasıl öğrendiklerini, düşündüklerini analiz etmenin
faydası olabileceği görüşündeyim.
Go'da amatör oyuncu seviyeleri kyu ile ölçülüyor. Her kyu
seviyesi bir yüksek kyu seviyesine bir taş avantaj verip oyunu
eşitleyebiliyor. En iyi olan 1 kyu'dan sonra "dan" seviyeleri
başlıyor. 9 tane dan seviyesinden sonra da "profesyonel dan"
seviyeleri var. Yani bana 9 taş avantaj verip yenen adama 9 taş
avantaj verip yenen adama 9 taş avantaj verip yenebilir bir
profesyonel :)
Bu arada bilgisayarlarin hala satranç seviyesinde başarı
gösteremedikleri oyunlar arasında poker ve brici de saymak lazım.
Full post... Related link
A Different Universe - Robert Laughlin
Kompleks sistemler incelenirken hangi seviyede incelenmelidirler?
Laughlin'in A Different Universe kitabında verdiği cevap
hangi seviye bize birşeyler anlama imkanı sunuyorsa o seviyede
analiz yapılmalı. Herşeyden önce daha mikro seviyeye inmenin bize
daha doğru yanıtlar vereceği ve bunu şu an sadece teknoloji
elvermediği için yapmadığımız iddiası her zaman doğru değil. Çoğu
kompleks sistemde belli bir mikro seviyenin altına indiğimizde
kaotik davranışlar (küçük etkilerin sonuçta büyük farklar
yaratabilmesi) yüzünden makro davranışla ilgili herhangi bir
tahminde bulunamıyoruz (teknolojik sebeplerle değil, prensipte
bulunamıyoruz). Meteoroloji bilimi buna bir örnek. Aksine bazı
sistemleri belli bir makro seviyenin üzerinde incelediğimizde daha
aşağıdan görünmeyen ve tahmin edilemeyen bazı düzenlilikler ortaya
çıkıyor. Örneğin gazların basınç ve sıcaklık bağlantıları gibi
(Boltzmann bu bağlantıları mikro seviyede açıkladı diyebilirsiniz,
fakat Boltzmann'ın mikro modelinin gerçekle alakası yok. Gaz
molekülleri esnek çarpışan tenis topları değil, kuantum
hayaletler. Boltzmann'ın gösterdiği mikro seviyede ne kadar yanlış
ve basit varsayımlar yaparsak yapalım, makro seviyede aynı
ilişkilerin ortaya çıktığı). Bu sonuç ekonomiden psikolojiye kadar
tüm bilimlere bakış açımda revizyona sebep oldu. Örneğin ekonomide
en mikro "agent based" modellere inilmedikçe çıkarılan sonuçların
geçerliliğine şüpheyle bakardım. Artık emin değilim.
Full post... Related link
Laughlin'in A Different Universe kitabında verdiği cevap
hangi seviye bize birşeyler anlama imkanı sunuyorsa o seviyede
analiz yapılmalı. Herşeyden önce daha mikro seviyeye inmenin bize
daha doğru yanıtlar vereceği ve bunu şu an sadece teknoloji
elvermediği için yapmadığımız iddiası her zaman doğru değil. Çoğu
kompleks sistemde belli bir mikro seviyenin altına indiğimizde
kaotik davranışlar (küçük etkilerin sonuçta büyük farklar
yaratabilmesi) yüzünden makro davranışla ilgili herhangi bir
tahminde bulunamıyoruz (teknolojik sebeplerle değil, prensipte
bulunamıyoruz). Meteoroloji bilimi buna bir örnek. Aksine bazı
sistemleri belli bir makro seviyenin üzerinde incelediğimizde daha
aşağıdan görünmeyen ve tahmin edilemeyen bazı düzenlilikler ortaya
çıkıyor. Örneğin gazların basınç ve sıcaklık bağlantıları gibi
(Boltzmann bu bağlantıları mikro seviyede açıkladı diyebilirsiniz,
fakat Boltzmann'ın mikro modelinin gerçekle alakası yok. Gaz
molekülleri esnek çarpışan tenis topları değil, kuantum
hayaletler. Boltzmann'ın gösterdiği mikro seviyede ne kadar yanlış
ve basit varsayımlar yaparsak yapalım, makro seviyede aynı
ilişkilerin ortaya çıktığı). Bu sonuç ekonomiden psikolojiye kadar
tüm bilimlere bakış açımda revizyona sebep oldu. Örneğin ekonomide
en mikro "agent based" modellere inilmedikçe çıkarılan sonuçların
geçerliliğine şüpheyle bakardım. Artık emin değilim.
Full post... Related link
December 01, 2006
Quantum Mechanical Calculations of Tryptophan and Comparison with Conformations in Native Proteins
Ersin Yurtsever, Deniz Yuret and Burak Erman. J. Phys. Chem. A, 2006, 110 (51), pp 13933–13938. (PDF)
Abstract: We report a detailed analysis of the potential energy surface of N-acetyl-l-tryptophan-N-methylamide, (NATMA) both in the gas phase and in solution. The minima are identified using the density-functional-theory (DFT) with the 6-31g(d) basis set. The full potential energy surface in terms of torsional angles is spanned starting from various initial configurations. We were able to locate 77 distinct L-minima. The calculated energy maps correspond to the intrinsic conformational propensities of the individual NATMA molecule. We show that these conformations are essentially similar to the conformations of tryptophan in native proteins. For this reason, we compare the results of DFT calculations in the gas and solution phases with native state conformations of tryptophan obtained from a protein library. In native proteins, tryptophan conformations have strong preferences for the β sheet, right-handed helix, tight turn, and bridge structures. The conformations calculated by DFT, the solution-phase results in particular, for the single tryptophan residue are in agreement with native state values obtained from the Protein Data Bank.
Full post... Related link
Abstract: We report a detailed analysis of the potential energy surface of N-acetyl-l-tryptophan-N-methylamide, (NATMA) both in the gas phase and in solution. The minima are identified using the density-functional-theory (DFT) with the 6-31g(d) basis set. The full potential energy surface in terms of torsional angles is spanned starting from various initial configurations. We were able to locate 77 distinct L-minima. The calculated energy maps correspond to the intrinsic conformational propensities of the individual NATMA molecule. We show that these conformations are essentially similar to the conformations of tryptophan in native proteins. For this reason, we compare the results of DFT calculations in the gas and solution phases with native state conformations of tryptophan obtained from a protein library. In native proteins, tryptophan conformations have strong preferences for the β sheet, right-handed helix, tight turn, and bridge structures. The conformations calculated by DFT, the solution-phase results in particular, for the single tryptophan residue are in agreement with native state values obtained from the Protein Data Bank.
Full post... Related link
November 18, 2006
Termodinamiğin ikinci kanunu üzerine
Evrenin temel kanunlarını anlamak için önce küçük evrenler
tasarlayıp çalışma prensiplerini orada gözlemek Drescher'den
öğrendiğim çok etkili bir yöntem. Termodinamiğin ikinci kanunu
derslerde zaman ilerledikçe entropinin artması olarak tanıtılır, ve
dolayısıyla kimse birşey anlamaz. Size Drescher'in Good and Real kitabindaki kibrit kutusu evrenlerinden bir örnek:
Çarpışan küçük golf toplarıyla dolu Newton fiziği ile çalışan bir
evren düşünelim. Bunlara başlangıçta rastgele pozisyon ve hızlar
verip evrenimizi izlemeye başlayalım. Birbiriyle çarpışıp oraya
buraya giden bir sürü top göreceğiz. Şimdi filmi geriye doğru
izleyelim. Yine çarpışan bir sürü top. Hatta sadece izleyerek zaman
ileriye doğru mu gidiyor geriye doğru mu gidiyor anlamamız prensipte
mümkün değil (burada topların esnek çarpıştığını varsayıyor ve hız
dağılımıyla ilgili teknik bir ayrıntıyı Boltzmann amcamızdan özür
dileyerek atlıyorum). Newton kanunları zaman içinde simetrik,
ileriye doğru da geriye doğru da toplar bu kanunlara uyan esnek
çarpışmalar yapıyorlar. Kozmologların evrenimizin sonu olarak
öngördükleri heat death (ısı ölümü) böyle bir maksimum entropi
durumu.
İkinci evrenimiz biraz daha ilginç olsun: küçük topların aralarında
rastgele pozisyonlara, daha hızlı hareket eden büyük bowling topları
yerleştirelim. Bu evrenin ilerleyişini izlediğimizde ilginç bir
durum göreceğiz: küçük topları hızla yararak geçen büyük bowling
topları arkalarında birer boşluk iz bırakacaklar. Dolayısıyla bu
filmi geriye doğru izlediğimizde zamanın geriye doğru işlediğini
hemen anlayabiliriz: küçük toplar büyükler gelmeden önlerinden
kaçışıyor gibi gözükürler.
Bizim evrenimizde fotoğraf filminde oluşan bir resmi, ya da
hafızamızda iz bırakan bir olayı, geçen büyük topların arkalarında
bıraktıkları birer iz gibi düşünebiliriz. Dolayısıyla geçmişi
hatırlayabiliyor ama geleceği göremiyoruz.
İşin ilginç tarafı Newton kanunları hala simetrik: geriye doğru
izlediğimiz filmde bu kanunları çiğneyen herhangi birşey yok. Hatta
filmi geri sarmak yerine bir noktada evreni durdurup tüm hızları
ters çevirsek, normal fizik kanunları normal esnek çarpışmalarla
aynen geriye doğru izlediğimiz filmi takip edecek. Yani Newton
kanunları ile de büyük topların önünden kaçışıyormuş gibi görünen
küçük toplar görmek mümkün. Ama ancak çok özel bir başlangıç
noktasından yola çıkarsak.
Peki simetrik olan Newton kanunları nasıl asimetrik bir zaman
kavramına yol açabiliyor? Bunun anlayabilmek için hızları ters
çevirdiğimiz simülasyonu izlemeye devam edelim. Bir süre sonra
toplar başlangıç pozisyonlarına geri dönerler. Peki simülasyona
devam edersek ne olur? Bu sefer büyük toplar yine arkalarında bir iz
bırakarak ilerlemeye başlarlar. Yani geriye doğru giden simülasyonda
aslında zaman ileriye akıyormuş gibi görünmeye başlar!
Dolayısıyla zaman kavramında aslında asimetrik iki yön yok. Sadece
başlangıç noktasından uzaklaşan yön ile başlangıç noktasına doğru
giden yön var. O zaman başlangıç noktasının özelliği ne? Topların
henüz birbirleriyle etkileşmemiş olmaları. Simülasyonu başlattığımız
anda (ileriye ya da geriye doğru), toplar birbirleriyle etkileşmeye,
dolayısıyla küçük toplar aralarında kalan boşluklarla büyük topların
geçişini "hatırlamaya" başlıyorlar.
Peki bu evrenimizde yaşayan yaratıklar olsa bizim simülasyonu
ileriye doğru mu geriye doğru mu izlediğimizi nasıl
anlayabilirlerdi? Cevap: anlayamazlardı. Biz filmi ne yöne doğru
seyredersek seyredelim onlar topların arkalarında iz bırakarak
ilerledikleri yönü zamanın ilerlemesi olarak algılayacaklar. Peki
simülasyonu bir CD'ye kaydedip rafa kaldırsak bu yaratıklar için
zaman durur mu? Cevap: hayır, onların zaman kavramı simülasyonun her
anında bilinç ve hafızalarına geçen büyük topların bırakmış
oldukları izlerden ibaret, birilerinin filmi seyredip seyretmediği
önemli değil. Örneğin simülasyonu ortasından başlatıp yoldan geçen
bir yaratığa sorsak bize 10 sene önce başından geçenleri uzun uzun
anlatabilir.
Umarım ikinci kanunun derinliği hakkında bir fikir verebilmişimdir.
Gördüğünüz gibi zaman ilerledikçe entropinin artması yanıltıcı bir
ifade. Bizim zamanı algılayışımız entropinin arttığı yönde
gerçekleşiyor. Aslında zamanın herhangi bir yöne ilerlediği yok.
Kuantum konusuna da girecektim ama sizi daha fazla yormayayım. İyisi
mi kitabı alıp okuyun (Good and Real). Drescher kuantum kuramının
yol açtığı indeterminacy, gözlemcilerin özel statüsü, mekanik evren
kuramının yıkılması gibi düşüncelerin tamamiyle yanlış
anlaşılmalardan kaynaklandığını kibrit kutusu evrenleri ile
anlatıyor. Evren hala mekanik kurallara göre işlemekte Allah'a şükür
:) Sadece evrenin state description'ı, Newton'un sandığından biraz
daha karışık (gerçeklik kompleks dalgalardan oluşuyor,
point-particle'lardan değil, ama bu kompleks dalgalar tamamiyle
mekanik kurallara göre ilerliyorlar).
Aslında tüm kitabın konusu 20. yüzyıl başında büyük darbe yiyen
mekanik evren kuramının hala sağ ve sağlıklı olduğu, ve buna karşı
olduğu düşünülen zaman paradoksu, kuantum belirsizlik, insan
bilinci, özgür irade, ahlaki değerler gibi problemlerin aslında
mekanik evren modeli içinde nasıl tutarlı olarak çözülebileceği
üzerine.
Son olarak bir hikaye ile bitireyim. Birgün Wittgenstein arkadaşına
sormuş: "İnsanlar eskiden doğal olarak dünyanın döndüğünü değil,
güneşin dünya etrafında döndüğünü düşünmüş derler, neden?" Arkadaşı
"Tabi ki buradan baktığımızda güneş dünyanın etrafında dönüyormuş
gibi gözüküyor da ondan." diye cevap verince Wittgenstein şöyle
demiş: "Peki, buradan baktığımızda dünya dönüyormuş gibi gözüküyor
olsaydı nasıl gözükecekti o zaman?"
Full post... Related link
tasarlayıp çalışma prensiplerini orada gözlemek Drescher'den
öğrendiğim çok etkili bir yöntem. Termodinamiğin ikinci kanunu
derslerde zaman ilerledikçe entropinin artması olarak tanıtılır, ve
dolayısıyla kimse birşey anlamaz. Size Drescher'in Good and Real kitabindaki kibrit kutusu evrenlerinden bir örnek:
Çarpışan küçük golf toplarıyla dolu Newton fiziği ile çalışan bir
evren düşünelim. Bunlara başlangıçta rastgele pozisyon ve hızlar
verip evrenimizi izlemeye başlayalım. Birbiriyle çarpışıp oraya
buraya giden bir sürü top göreceğiz. Şimdi filmi geriye doğru
izleyelim. Yine çarpışan bir sürü top. Hatta sadece izleyerek zaman
ileriye doğru mu gidiyor geriye doğru mu gidiyor anlamamız prensipte
mümkün değil (burada topların esnek çarpıştığını varsayıyor ve hız
dağılımıyla ilgili teknik bir ayrıntıyı Boltzmann amcamızdan özür
dileyerek atlıyorum). Newton kanunları zaman içinde simetrik,
ileriye doğru da geriye doğru da toplar bu kanunlara uyan esnek
çarpışmalar yapıyorlar. Kozmologların evrenimizin sonu olarak
öngördükleri heat death (ısı ölümü) böyle bir maksimum entropi
durumu.
İkinci evrenimiz biraz daha ilginç olsun: küçük topların aralarında
rastgele pozisyonlara, daha hızlı hareket eden büyük bowling topları
yerleştirelim. Bu evrenin ilerleyişini izlediğimizde ilginç bir
durum göreceğiz: küçük topları hızla yararak geçen büyük bowling
topları arkalarında birer boşluk iz bırakacaklar. Dolayısıyla bu
filmi geriye doğru izlediğimizde zamanın geriye doğru işlediğini
hemen anlayabiliriz: küçük toplar büyükler gelmeden önlerinden
kaçışıyor gibi gözükürler.
Bizim evrenimizde fotoğraf filminde oluşan bir resmi, ya da
hafızamızda iz bırakan bir olayı, geçen büyük topların arkalarında
bıraktıkları birer iz gibi düşünebiliriz. Dolayısıyla geçmişi
hatırlayabiliyor ama geleceği göremiyoruz.
İşin ilginç tarafı Newton kanunları hala simetrik: geriye doğru
izlediğimiz filmde bu kanunları çiğneyen herhangi birşey yok. Hatta
filmi geri sarmak yerine bir noktada evreni durdurup tüm hızları
ters çevirsek, normal fizik kanunları normal esnek çarpışmalarla
aynen geriye doğru izlediğimiz filmi takip edecek. Yani Newton
kanunları ile de büyük topların önünden kaçışıyormuş gibi görünen
küçük toplar görmek mümkün. Ama ancak çok özel bir başlangıç
noktasından yola çıkarsak.
Peki simetrik olan Newton kanunları nasıl asimetrik bir zaman
kavramına yol açabiliyor? Bunun anlayabilmek için hızları ters
çevirdiğimiz simülasyonu izlemeye devam edelim. Bir süre sonra
toplar başlangıç pozisyonlarına geri dönerler. Peki simülasyona
devam edersek ne olur? Bu sefer büyük toplar yine arkalarında bir iz
bırakarak ilerlemeye başlarlar. Yani geriye doğru giden simülasyonda
aslında zaman ileriye akıyormuş gibi görünmeye başlar!
Dolayısıyla zaman kavramında aslında asimetrik iki yön yok. Sadece
başlangıç noktasından uzaklaşan yön ile başlangıç noktasına doğru
giden yön var. O zaman başlangıç noktasının özelliği ne? Topların
henüz birbirleriyle etkileşmemiş olmaları. Simülasyonu başlattığımız
anda (ileriye ya da geriye doğru), toplar birbirleriyle etkileşmeye,
dolayısıyla küçük toplar aralarında kalan boşluklarla büyük topların
geçişini "hatırlamaya" başlıyorlar.
Peki bu evrenimizde yaşayan yaratıklar olsa bizim simülasyonu
ileriye doğru mu geriye doğru mu izlediğimizi nasıl
anlayabilirlerdi? Cevap: anlayamazlardı. Biz filmi ne yöne doğru
seyredersek seyredelim onlar topların arkalarında iz bırakarak
ilerledikleri yönü zamanın ilerlemesi olarak algılayacaklar. Peki
simülasyonu bir CD'ye kaydedip rafa kaldırsak bu yaratıklar için
zaman durur mu? Cevap: hayır, onların zaman kavramı simülasyonun her
anında bilinç ve hafızalarına geçen büyük topların bırakmış
oldukları izlerden ibaret, birilerinin filmi seyredip seyretmediği
önemli değil. Örneğin simülasyonu ortasından başlatıp yoldan geçen
bir yaratığa sorsak bize 10 sene önce başından geçenleri uzun uzun
anlatabilir.
Umarım ikinci kanunun derinliği hakkında bir fikir verebilmişimdir.
Gördüğünüz gibi zaman ilerledikçe entropinin artması yanıltıcı bir
ifade. Bizim zamanı algılayışımız entropinin arttığı yönde
gerçekleşiyor. Aslında zamanın herhangi bir yöne ilerlediği yok.
Kuantum konusuna da girecektim ama sizi daha fazla yormayayım. İyisi
mi kitabı alıp okuyun (Good and Real). Drescher kuantum kuramının
yol açtığı indeterminacy, gözlemcilerin özel statüsü, mekanik evren
kuramının yıkılması gibi düşüncelerin tamamiyle yanlış
anlaşılmalardan kaynaklandığını kibrit kutusu evrenleri ile
anlatıyor. Evren hala mekanik kurallara göre işlemekte Allah'a şükür
:) Sadece evrenin state description'ı, Newton'un sandığından biraz
daha karışık (gerçeklik kompleks dalgalardan oluşuyor,
point-particle'lardan değil, ama bu kompleks dalgalar tamamiyle
mekanik kurallara göre ilerliyorlar).
Aslında tüm kitabın konusu 20. yüzyıl başında büyük darbe yiyen
mekanik evren kuramının hala sağ ve sağlıklı olduğu, ve buna karşı
olduğu düşünülen zaman paradoksu, kuantum belirsizlik, insan
bilinci, özgür irade, ahlaki değerler gibi problemlerin aslında
mekanik evren modeli içinde nasıl tutarlı olarak çözülebileceği
üzerine.
Son olarak bir hikaye ile bitireyim. Birgün Wittgenstein arkadaşına
sormuş: "İnsanlar eskiden doğal olarak dünyanın döndüğünü değil,
güneşin dünya etrafında döndüğünü düşünmüş derler, neden?" Arkadaşı
"Tabi ki buradan baktığımızda güneş dünyanın etrafında dönüyormuş
gibi gözüküyor da ondan." diye cevap verince Wittgenstein şöyle
demiş: "Peki, buradan baktığımızda dünya dönüyormuş gibi gözüküyor
olsaydı nasıl gözükecekti o zaman?"
Full post... Related link
November 17, 2006
The Tao is Silent - Raymond Smullyan
At all costs, the Christian must convince the heathen and the
atheist that God exists, in order to save his soul. At all costs,
the atheist must convince the Christian that the belief in God is
but a childish and primitive superstition, doing enormous harm to
the cause of true social progress. And so they battle and storm and
bang away at each other. Meanwhile the Taoist Sage sits quietly by
the stream, perhaps with a book of poems, a cup of wine, and some
painting materials, enjoying the Tao to his hearts content, without
ever worrying whether or not the Tao exists. The Sage has no need to
affirm the Tao; he is far too busy enjoying it!
-– Raymond Smullyan, the Tao is Silent
Full post... Related link
atheist that God exists, in order to save his soul. At all costs,
the atheist must convince the Christian that the belief in God is
but a childish and primitive superstition, doing enormous harm to
the cause of true social progress. And so they battle and storm and
bang away at each other. Meanwhile the Taoist Sage sits quietly by
the stream, perhaps with a book of poems, a cup of wine, and some
painting materials, enjoying the Tao to his hearts content, without
ever worrying whether or not the Tao exists. The Sage has no need to
affirm the Tao; he is far too busy enjoying it!
-– Raymond Smullyan, the Tao is Silent
Full post... Related link
Doğal dil işleme üzerine
Doğal dil işleme (NLP)'nin bugün geldiği yer üzerine:
Son birkaç yıldır word sense disambiguation (kelime anlamlarını
ayırdetme) işine bakıyorum. Örneğin ingilizce'de tipik bir "account"
kelimesinin sözlükte 14, "stock" kelimesinin 27 anlamı var.
Kullanılan cümleye göre insanlar bu anlamların hangisinin
kastedildiğini genelde sorunsuz anlıyorlar. Bilgisayarların dili
anlamasını istiyorsak bir gün bu problemi çözmenin önemi
malum. Basit bir programla hep en sık kullanılan anlamı seçen bir
metod uygulasak, bir yazıda geçen kelimelerin yaklaşık 60-65%'ini
doğru çözümleyebiliyoruz. Bugün en gelişmiş WSD programları bu
performansı 69%'a çıkarabiliyorlar ancak.
Diğer bir temel problem örneği cümle çözümleme - yani bir cümlenin
öznesi yüklemi ne, hangi kelime hangi kelimeyi tamlıyor vs. bilgisi.
Şu an en iyi programlar Wall Street Journal'da yazılı cümlelerin
yarısından azını doğru bir şekilde çözümleyebiliyor.
Yaklaşık 50 yıldır uğraşmamıza rağmen (otomatik çeviri programları
1960'larda yazılmaya başladı) geldiğimiz nokta bu.
Full post... Related link
Son birkaç yıldır word sense disambiguation (kelime anlamlarını
ayırdetme) işine bakıyorum. Örneğin ingilizce'de tipik bir "account"
kelimesinin sözlükte 14, "stock" kelimesinin 27 anlamı var.
Kullanılan cümleye göre insanlar bu anlamların hangisinin
kastedildiğini genelde sorunsuz anlıyorlar. Bilgisayarların dili
anlamasını istiyorsak bir gün bu problemi çözmenin önemi
malum. Basit bir programla hep en sık kullanılan anlamı seçen bir
metod uygulasak, bir yazıda geçen kelimelerin yaklaşık 60-65%'ini
doğru çözümleyebiliyoruz. Bugün en gelişmiş WSD programları bu
performansı 69%'a çıkarabiliyorlar ancak.
Diğer bir temel problem örneği cümle çözümleme - yani bir cümlenin
öznesi yüklemi ne, hangi kelime hangi kelimeyi tamlıyor vs. bilgisi.
Şu an en iyi programlar Wall Street Journal'da yazılı cümlelerin
yarısından azını doğru bir şekilde çözümleyebiliyor.
Yaklaşık 50 yıldır uğraşmamıza rağmen (otomatik çeviri programları
1960'larda yazılmaya başladı) geldiğimiz nokta bu.
Full post... Related link
November 12, 2006
Din eğitimi
Dennett'in TED'deki konuşmasını izlerken yine eğitimle ilgili yaptığı
bir gözlem dikkatimi çekti. Breaking the Spell kitabını Dennett
(sanırım 9/11'den sonra) dini bilimsel bir mikroskop altına yatırıp
incelememiz gerektiğine karar verip yazmış, ve sonunda çıkardığı öneri
ilginç: dini ortadan kaldırmaya çalışmayı teklif etmiyor (Rusya'nın
deneyimi bu çözümün çok mümkün olmadığının bir örneği). Aksine
okullarda din dersinin mecbur olması gerektiğini, fakat tüm dinlerin
tarafsız olarak bu derslerde sunulması gerektiğini iddia ediyor.
Böylece insanlar diğer düşüncelerle de tanıştırılıp fanatizmin önüne
geçilecek.
Türkiye'de bu konu ikide bir gündeme geldiğinden ilginç buldum. Bizim
lisede aldığımız dersin adı "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" idi. Şimdi
nedir durum bilmiyorum. Birileri Dennett ile aynı sonuca varmış olmalı
ki en azından teoride onun teklifine uygun bir ders geliştirmeye
çalışmışlar. Fakat pratikte tabi bizim din hocaları "Siz kendi
dininizi doğru dürüst bilmiyorsunuz, başkalarının dinini ne
yapacaksınız" deyip bize dua namaz cennet cehennem öğrettiler.
Dennett'in teklifini ciddiye almak gerektiğini düşünüyorum.
Full post... Related link
bir gözlem dikkatimi çekti. Breaking the Spell kitabını Dennett
(sanırım 9/11'den sonra) dini bilimsel bir mikroskop altına yatırıp
incelememiz gerektiğine karar verip yazmış, ve sonunda çıkardığı öneri
ilginç: dini ortadan kaldırmaya çalışmayı teklif etmiyor (Rusya'nın
deneyimi bu çözümün çok mümkün olmadığının bir örneği). Aksine
okullarda din dersinin mecbur olması gerektiğini, fakat tüm dinlerin
tarafsız olarak bu derslerde sunulması gerektiğini iddia ediyor.
Böylece insanlar diğer düşüncelerle de tanıştırılıp fanatizmin önüne
geçilecek.
Türkiye'de bu konu ikide bir gündeme geldiğinden ilginç buldum. Bizim
lisede aldığımız dersin adı "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" idi. Şimdi
nedir durum bilmiyorum. Birileri Dennett ile aynı sonuca varmış olmalı
ki en azından teoride onun teklifine uygun bir ders geliştirmeye
çalışmışlar. Fakat pratikte tabi bizim din hocaları "Siz kendi
dininizi doğru dürüst bilmiyorsunuz, başkalarının dinini ne
yapacaksınız" deyip bize dua namaz cennet cehennem öğrettiler.
Dennett'in teklifini ciddiye almak gerektiğini düşünüyorum.
Full post... Related link
November 10, 2006
Peki yazarlar nereden para kazanacak?
Geçen bir arkadaş toplantısında otomatik tercüme projemiz için Türkçe İngilizce data toplamada uğradığımız güçlükten bahsediyordum. Konu döndü dolaştı ve iTunes'a, fikri mülkiyet haklarına, bilgiye serbest ulaşımın önüne çıkarılan tüm engellere karşı duyulan antipatiye geldi. "Peki yazarlar nasıl para kazanacak?" sorusu soruldu buna karşı. O günden beri bu soru kafamın içinde dönüp duruyor.
Bugüne kadar bu konuda sadece fanatik bir taraftar olduğumu farkettim.
GNU projesine, wikipedia'ya hep hayranlık duydum. Google tüm kitapları
ınternet'te aranır hale getirme projesini başlattığından beri
tartışmasız çocukluk rüyamı gerçekleştiren favori şirketim haline
geldi, neredeyse işimi gücümü bırakıp onlar için çalışacağım. Tabi
onlara karşı gelen tüm yayınevleri vs de baş düşmanım. Türkiye'ye
geldiğimden beri istediğim bilimsel makalelere ulaşamıyorum -
Türkiye'deki üniversiteler pek çok önemli journal'ın son on senelik
sayılarına ulaşabiliyorlar sadece (on-line olarak). Bilim adamlarının
yazdıklarını toplayıp sonra onlardan saklayan bu kişiler de düşmanım.
iTunes'dan albümler alıyor ama bir yandan da onları MP3 çalarımda
çalamadığım için küfrediyorum.
Gelgelelim bu grubun bir üyesi olarak fanatikliği bırakıp, sezgimin
doğru olduğunu fısıldadığı tarafın aklımı kullanarak pratikte de
uygulanabilir olduğunu göstermem lazım. Bu noktada da cevap vermem
gereken temel soru "Peki yazarlar nasıl para kazanacak?"
Konuyu genişletelim, sadece yazarlar değil düşünülmesi gereken: Fikir
ürünleri (kitap, müzik, sinema, TV, yazılım, karikatür, vs.) derken
düşünülmesi gereken üç grup insan var: yaratıcılar, aracılar, ve
tüketiciler. Teknolojik gelişme yaratıcıların eserlerini sunması ve
tüketicilerin eserlere ulaşması için gereken minimum masrafı gittikçe
düşürüyor, aracılar hayatta kalmak için formül üzerine yapay formül
icat ediyorlar, yaratıcılar ise kiminle taraf olacağını şaşırmış
durumda - bir yandan eserlerinin olabildiğince çok insan tarafından
tüketilmesi çekiciyken bir yandan da kirayı ödemek zorundalar.
Çözüm ararken gözden kaçırılmaması gereken bir faktör, fikri ürünlerin
yavaş yavaş "push" modunda değil "pull" modunda tüketilmesi. Bunun
tipik örneği TV kanallarının belli programları bir araya koyarak
sunduğu "push" tipi sunum ile, iTunes'dan istediğiniz film ve dizileri
indirerek sadece kendi istediğiniz programları seyredebilmenizi
sağladığı "pull" tipi sunum. Teknolojinin tüm TV'leri ön-demand
programlara ulaşabilir hale getirmesine az kaldı, yakında herşey
"pull" tipi olacak.
Geçenlerde BBC'nin Bilgi Üniversitesinde verdiği panele gittim.
Onların sabit vergi toplayarak gelirlerini toplama fikri ilgimi çekti.
Acaba insanlardan bir vergi toplanarak onların özgürce bilgiye ulaşımı
sağlanabilir mi diye düşünmeye başladım. Oturup tek tek DRM vs ile
şarkıları kitapları korumaya çalışmanın uzun vadede çalışmayacak kadar
kırılgan olduğunu düşünüyorum. Eğer insanlar verdikleri vergiyle
istedikleri bilgiye ulaşabilirlerse korsanlık yapmanın bir çekiciliği
kalmayacak ve su an sürmekte olan korsanlık - anti-korsanlık teknoloji
savaşı da kendi kendine ortadan kaybolacak.
Yaratıcı ve aracılara geliri adil dağıtabilmek için hangi ürünlerin ne
kadar tüketildiğini tespit edebilmek lazım. Örneğin bir şarkıyı kaç
kişi kaç saat boyunca dinlemiş. Bir kitabı kaç kişi okumuş. Bir web
sayfasına kaç kişi göz atmış. Bu bilgilere ihtiyaç var. Şu an modası
geçmiş teknolojilerle (kağıt kitap ve gazeteleri saymak, tek tek
paketlenmiş software ya da müzik CD'si almak) yapılmaya çalışılan bu.
Kağıdın ya da CD'nin şu an gördüğü en önemli fonksiyon bu sayıyı
sayabilmek. Ben korsan kitapçı ya da DVD'cıden birşey aldığımda bu
sayı net sayılamamış oluyor ve benden çıkan para yaratıcının cebine
girmiyor. Belki ileride evimizin ınternet girişinde şimdiki elektrik
ya da şu sayaçları gibi bir sayaç hangi bilgiye ne kadar ulaştığımızı
tespit edecek. Buna gelen itirazları şimdiden duyuyor gibiyim.
1. Big brother korkusu. Kimsenin hangi bilgiye ne kadar ulaştığımızı
(özellikle porn siteleri söz konusuysa :) bilmesini istemeyiz. Bu
problem teknolojik olarak çözülebilir. Sayaçlar topladıkları bilgide
"kim" bilgisiyle "hangi ürün" bilgisini debundle edebilirler.
2. Simültane kullanım. Örneğin ben bir yandan arka planda müzik
dinlerken bir yandan kitap okuyabilirim, müziği A yazılımı ya da B
yazılımı ile çalıyor olabilirim vs. Bu durumda kullanılan saat bazında
mı, kullanım sayısı bazında mı, sadece ilk kullanım için mi yoksa
başka bir temele göre mi ücretlendirme yapacağımız sorusu gündeme
geliyor. Bunu her medium için (yazılım, müzik, kitap) ayrı ayrı
düşünmek gerekebilir. Ben şu an için bir ürün ile kişinin hoşça vakit
geçirdiği zamanın temel alınmasını ilginç buluyorum (tabi
karikatürcüler alınmasın, softwarecilere de haksız avantaj sağladık).
3. Tespit edilemeyen kullanım. Örnek: kitabı rahat okumak için print
ettim, sonra da arkadaşıma verdim. Dolayısıyla ınternet sayaçları
artık bu kitap üzerinde harcanan vakti ya da kaç kişinin okuduğunu tam
olarak sayamıyorlar. Bu problem yakında kağıt alternatifi e-ink
benzeri teknolojilerle ortadan kalkabilir. Öyle olmasa bile eğer
korsanlığı yeterince gereksiz hale getirebilirsek büyük ihtimal bu tip
kullanımların toplamdaki oranı düşük olur.
4. Yanlış tespit: Örnek: aynı şarkıyı tekrara koyup evden çıktım, 8
saat sonra geldim. Verdiğim bilgi vergisi sabit olduğundan benim
ödememi etkilemiyor bu davranış. Ama eğer zamana göre ya da bir
şarkıyı çalma sayısına göre yaratıcılara ödeme yapıyorsak burada da
yanlış bilgi toplanma olasılığı var. İlk planda bu tip hatalar noise
içinde kaybolup gider, ileride de akıllı browser ve player'lar sizin
onlara dikkat verip vermediğinizi tespit ederek daha hassas sayım
yapabilirler diye düşünüyorum.
5. Aracılar: Tabi burada aracılara haksızlık etmeyelim. Teknoloji ne
kadar yaratıcıyı tüketiciye yaklaştırsa da aracıların temel
fonksiyonlarını ortadan kaldırması zor: paketleme (örneğin bir gazete,
haber ajansı, ya da TV kanalının belli kalitede eserleri paketleyip
sunması), filtreleme (örneğin güvendiğiniz bir yayınevinin saçma sapan
kitaplar basmaması), güvenilirlik sağlama (örneğin Britannica
ansiklopedisinde okuduklarınıza güvenebilmeniz). Bunlar yaratıcılık
gerektiren (dolayısıyla yaratıcı aracı ayrımını bulandıran) ve
otomasyonu şu an için kolay olmayan fonksiyonlar. Mühim olan bu
fonksiyonları daha geleneksel fonksiyonlardan (örneğin aynı esere
başka yollardan ulaşmama engel olma) ayırmak. Ve aracılara pozitif
fonksiyonları ölçüsünde gelirden pay sağlamak. Özetle ben bir esere,
bir aracının filtresini kullanarak ulaşıyorsam, bu da tespit edilip
aracıya gereken pay verilmeli.
Son olarak vergi ve fiyatların tespitinden biraz bahsetmek istiyorum:
vergiyi kullanım miktarına göre tespit edersek korsanlığı yine çekici
hale getirmiş oluyoruz. Şu an aynı sorun kaçak elektrik vs ile de
yaşanıyor. Dolayısıyla sabit bir miktar ya da gelirle orantılı bir
vergi daha cazip olabilir. Bu da dağda yaşayıp hiçbir eserle
ilgilenmeyen insanlara haksızlık diye düşünülebilir. Fakat (1) dağda
televizyonsuz ev kalmadı, (2) dağdaki insanlarımızdan zaten pek bir
vergi toplayabildiğimiz yok, (3) aynı eleştiri bugün eğitim, sağlık vs
için toplanan vergiler için de geçerli.
Fiyat tespitinde ise iTunes'dan örnek vereyim yine. Şu an her şarkı 99
cent, her televizyon programı 1.99 dolar. Tabi buna karşı
yayıncılardan büyük protesto var. Popüler şarkıların ya da
programların daha yüksek fiyatla satılmasını istiyorlar. Acaba
iTunes'ün yaptığı işte bir mantık var mı? Yukarıda dile getirdiğim
sistemde bir yazar, benim kitabımı bir okuyan senin kitabını bir
okuyandan 10 kat fazla para versin diyebilecek mi? Bence her yaratıcı
kaç insana kaç dakika hoşça vakit geçirttiği ile orantılı bir ücret
almalı ama eleştiri ve alternatif tekliflerinize açığım.
Özetlersek: insanların bilgiye özgürce ulaşımı, yaratıcıların ve
aracıların ürünlerinden doğru payı alabilmesi ve korsanlığın önüne
(yasaklarla değil çekiciliğini ortadan kaldırarak) geçilebilmesi için
gelişen teknolojilere paralel yeni bir sistem teklif ediyorum: bilgi
eserleri endüstriyel ürünler (araba, çamaşır makinesi) gibi düşünülüp
tek tek paket bazında fiyatlandırılmamalı, bilgi eserlerine ulaşım şu,
elektrik gibi düşünülmeli. Korsanlığı ortadan kaldırmanın tek yolu
insanların uygun bir ücret ile dünyadaki tüm kitap, gazete, film,
müzik, yazılım, bilimsel eser etc.'ye ulaşabilmesi. Bu ücretin sabit
oluşu insanları tespit edilemeyen kullanımlara özendirmemesi açısından
önemli. Toplanan gelirin dağılımı ise hangi eserin kaç kişi
tarafından, kaç defa, ne kadar zaman boyunca kullanıldığının bir
fonksiyonu olarak belirlenebilir.
Full post... Related link
Bugüne kadar bu konuda sadece fanatik bir taraftar olduğumu farkettim.
GNU projesine, wikipedia'ya hep hayranlık duydum. Google tüm kitapları
ınternet'te aranır hale getirme projesini başlattığından beri
tartışmasız çocukluk rüyamı gerçekleştiren favori şirketim haline
geldi, neredeyse işimi gücümü bırakıp onlar için çalışacağım. Tabi
onlara karşı gelen tüm yayınevleri vs de baş düşmanım. Türkiye'ye
geldiğimden beri istediğim bilimsel makalelere ulaşamıyorum -
Türkiye'deki üniversiteler pek çok önemli journal'ın son on senelik
sayılarına ulaşabiliyorlar sadece (on-line olarak). Bilim adamlarının
yazdıklarını toplayıp sonra onlardan saklayan bu kişiler de düşmanım.
iTunes'dan albümler alıyor ama bir yandan da onları MP3 çalarımda
çalamadığım için küfrediyorum.
Gelgelelim bu grubun bir üyesi olarak fanatikliği bırakıp, sezgimin
doğru olduğunu fısıldadığı tarafın aklımı kullanarak pratikte de
uygulanabilir olduğunu göstermem lazım. Bu noktada da cevap vermem
gereken temel soru "Peki yazarlar nasıl para kazanacak?"
Konuyu genişletelim, sadece yazarlar değil düşünülmesi gereken: Fikir
ürünleri (kitap, müzik, sinema, TV, yazılım, karikatür, vs.) derken
düşünülmesi gereken üç grup insan var: yaratıcılar, aracılar, ve
tüketiciler. Teknolojik gelişme yaratıcıların eserlerini sunması ve
tüketicilerin eserlere ulaşması için gereken minimum masrafı gittikçe
düşürüyor, aracılar hayatta kalmak için formül üzerine yapay formül
icat ediyorlar, yaratıcılar ise kiminle taraf olacağını şaşırmış
durumda - bir yandan eserlerinin olabildiğince çok insan tarafından
tüketilmesi çekiciyken bir yandan da kirayı ödemek zorundalar.
Çözüm ararken gözden kaçırılmaması gereken bir faktör, fikri ürünlerin
yavaş yavaş "push" modunda değil "pull" modunda tüketilmesi. Bunun
tipik örneği TV kanallarının belli programları bir araya koyarak
sunduğu "push" tipi sunum ile, iTunes'dan istediğiniz film ve dizileri
indirerek sadece kendi istediğiniz programları seyredebilmenizi
sağladığı "pull" tipi sunum. Teknolojinin tüm TV'leri ön-demand
programlara ulaşabilir hale getirmesine az kaldı, yakında herşey
"pull" tipi olacak.
Geçenlerde BBC'nin Bilgi Üniversitesinde verdiği panele gittim.
Onların sabit vergi toplayarak gelirlerini toplama fikri ilgimi çekti.
Acaba insanlardan bir vergi toplanarak onların özgürce bilgiye ulaşımı
sağlanabilir mi diye düşünmeye başladım. Oturup tek tek DRM vs ile
şarkıları kitapları korumaya çalışmanın uzun vadede çalışmayacak kadar
kırılgan olduğunu düşünüyorum. Eğer insanlar verdikleri vergiyle
istedikleri bilgiye ulaşabilirlerse korsanlık yapmanın bir çekiciliği
kalmayacak ve su an sürmekte olan korsanlık - anti-korsanlık teknoloji
savaşı da kendi kendine ortadan kaybolacak.
Yaratıcı ve aracılara geliri adil dağıtabilmek için hangi ürünlerin ne
kadar tüketildiğini tespit edebilmek lazım. Örneğin bir şarkıyı kaç
kişi kaç saat boyunca dinlemiş. Bir kitabı kaç kişi okumuş. Bir web
sayfasına kaç kişi göz atmış. Bu bilgilere ihtiyaç var. Şu an modası
geçmiş teknolojilerle (kağıt kitap ve gazeteleri saymak, tek tek
paketlenmiş software ya da müzik CD'si almak) yapılmaya çalışılan bu.
Kağıdın ya da CD'nin şu an gördüğü en önemli fonksiyon bu sayıyı
sayabilmek. Ben korsan kitapçı ya da DVD'cıden birşey aldığımda bu
sayı net sayılamamış oluyor ve benden çıkan para yaratıcının cebine
girmiyor. Belki ileride evimizin ınternet girişinde şimdiki elektrik
ya da şu sayaçları gibi bir sayaç hangi bilgiye ne kadar ulaştığımızı
tespit edecek. Buna gelen itirazları şimdiden duyuyor gibiyim.
1. Big brother korkusu. Kimsenin hangi bilgiye ne kadar ulaştığımızı
(özellikle porn siteleri söz konusuysa :) bilmesini istemeyiz. Bu
problem teknolojik olarak çözülebilir. Sayaçlar topladıkları bilgide
"kim" bilgisiyle "hangi ürün" bilgisini debundle edebilirler.
2. Simültane kullanım. Örneğin ben bir yandan arka planda müzik
dinlerken bir yandan kitap okuyabilirim, müziği A yazılımı ya da B
yazılımı ile çalıyor olabilirim vs. Bu durumda kullanılan saat bazında
mı, kullanım sayısı bazında mı, sadece ilk kullanım için mi yoksa
başka bir temele göre mi ücretlendirme yapacağımız sorusu gündeme
geliyor. Bunu her medium için (yazılım, müzik, kitap) ayrı ayrı
düşünmek gerekebilir. Ben şu an için bir ürün ile kişinin hoşça vakit
geçirdiği zamanın temel alınmasını ilginç buluyorum (tabi
karikatürcüler alınmasın, softwarecilere de haksız avantaj sağladık).
3. Tespit edilemeyen kullanım. Örnek: kitabı rahat okumak için print
ettim, sonra da arkadaşıma verdim. Dolayısıyla ınternet sayaçları
artık bu kitap üzerinde harcanan vakti ya da kaç kişinin okuduğunu tam
olarak sayamıyorlar. Bu problem yakında kağıt alternatifi e-ink
benzeri teknolojilerle ortadan kalkabilir. Öyle olmasa bile eğer
korsanlığı yeterince gereksiz hale getirebilirsek büyük ihtimal bu tip
kullanımların toplamdaki oranı düşük olur.
4. Yanlış tespit: Örnek: aynı şarkıyı tekrara koyup evden çıktım, 8
saat sonra geldim. Verdiğim bilgi vergisi sabit olduğundan benim
ödememi etkilemiyor bu davranış. Ama eğer zamana göre ya da bir
şarkıyı çalma sayısına göre yaratıcılara ödeme yapıyorsak burada da
yanlış bilgi toplanma olasılığı var. İlk planda bu tip hatalar noise
içinde kaybolup gider, ileride de akıllı browser ve player'lar sizin
onlara dikkat verip vermediğinizi tespit ederek daha hassas sayım
yapabilirler diye düşünüyorum.
5. Aracılar: Tabi burada aracılara haksızlık etmeyelim. Teknoloji ne
kadar yaratıcıyı tüketiciye yaklaştırsa da aracıların temel
fonksiyonlarını ortadan kaldırması zor: paketleme (örneğin bir gazete,
haber ajansı, ya da TV kanalının belli kalitede eserleri paketleyip
sunması), filtreleme (örneğin güvendiğiniz bir yayınevinin saçma sapan
kitaplar basmaması), güvenilirlik sağlama (örneğin Britannica
ansiklopedisinde okuduklarınıza güvenebilmeniz). Bunlar yaratıcılık
gerektiren (dolayısıyla yaratıcı aracı ayrımını bulandıran) ve
otomasyonu şu an için kolay olmayan fonksiyonlar. Mühim olan bu
fonksiyonları daha geleneksel fonksiyonlardan (örneğin aynı esere
başka yollardan ulaşmama engel olma) ayırmak. Ve aracılara pozitif
fonksiyonları ölçüsünde gelirden pay sağlamak. Özetle ben bir esere,
bir aracının filtresini kullanarak ulaşıyorsam, bu da tespit edilip
aracıya gereken pay verilmeli.
Son olarak vergi ve fiyatların tespitinden biraz bahsetmek istiyorum:
vergiyi kullanım miktarına göre tespit edersek korsanlığı yine çekici
hale getirmiş oluyoruz. Şu an aynı sorun kaçak elektrik vs ile de
yaşanıyor. Dolayısıyla sabit bir miktar ya da gelirle orantılı bir
vergi daha cazip olabilir. Bu da dağda yaşayıp hiçbir eserle
ilgilenmeyen insanlara haksızlık diye düşünülebilir. Fakat (1) dağda
televizyonsuz ev kalmadı, (2) dağdaki insanlarımızdan zaten pek bir
vergi toplayabildiğimiz yok, (3) aynı eleştiri bugün eğitim, sağlık vs
için toplanan vergiler için de geçerli.
Fiyat tespitinde ise iTunes'dan örnek vereyim yine. Şu an her şarkı 99
cent, her televizyon programı 1.99 dolar. Tabi buna karşı
yayıncılardan büyük protesto var. Popüler şarkıların ya da
programların daha yüksek fiyatla satılmasını istiyorlar. Acaba
iTunes'ün yaptığı işte bir mantık var mı? Yukarıda dile getirdiğim
sistemde bir yazar, benim kitabımı bir okuyan senin kitabını bir
okuyandan 10 kat fazla para versin diyebilecek mi? Bence her yaratıcı
kaç insana kaç dakika hoşça vakit geçirttiği ile orantılı bir ücret
almalı ama eleştiri ve alternatif tekliflerinize açığım.
Özetlersek: insanların bilgiye özgürce ulaşımı, yaratıcıların ve
aracıların ürünlerinden doğru payı alabilmesi ve korsanlığın önüne
(yasaklarla değil çekiciliğini ortadan kaldırarak) geçilebilmesi için
gelişen teknolojilere paralel yeni bir sistem teklif ediyorum: bilgi
eserleri endüstriyel ürünler (araba, çamaşır makinesi) gibi düşünülüp
tek tek paket bazında fiyatlandırılmamalı, bilgi eserlerine ulaşım şu,
elektrik gibi düşünülmeli. Korsanlığı ortadan kaldırmanın tek yolu
insanların uygun bir ücret ile dünyadaki tüm kitap, gazete, film,
müzik, yazılım, bilimsel eser etc.'ye ulaşabilmesi. Bu ücretin sabit
oluşu insanları tespit edilemeyen kullanımlara özendirmemesi açısından
önemli. Toplanan gelirin dağılımı ise hangi eserin kaç kişi
tarafından, kaç defa, ne kadar zaman boyunca kullanıldığının bir
fonksiyonu olarak belirlenebilir.
Full post... Related link
November 01, 2006
The Greedy Prepend Algorithm for Decision List Induction
Deniz Yuret and Michael de la Maza. In Proceedings of the 21st International Symposium on Computer and Information Sciences (ISCIS 2006). LNCS 4263, Springer-Verlag
Download a C implementation of the GPA algorithm with a Weka interface here, presentation slides are here, the paper is here.
Abstract: We describe a new decision list induction algorithm called the Greedy Prepend Algorithm (GPA). GPA improves on other decision list algorithms by introducing a new objective function for rule selection and a set of novel search algorithms that allow application to large scale real world problems. GPA achieves state-of-the-art classification accuracy on the protein secondary structure prediction problem in bioinformatics and the English part of speech tagging problem in computational linguistics. For both domains GPA produces a rule set that human experts find easy to interpret, a marked advantage in decision support environments. In addition, we compare GPA to other decision list induction algorithms as well as support vector machines, C4.5, naive Bayes, and a nearest neighbor method on a number of standard data sets from the UCI machine learning repository.
Full post... Related link
Download a C implementation of the GPA algorithm with a Weka interface here, presentation slides are here, the paper is here.
Abstract: We describe a new decision list induction algorithm called the Greedy Prepend Algorithm (GPA). GPA improves on other decision list algorithms by introducing a new objective function for rule selection and a set of novel search algorithms that allow application to large scale real world problems. GPA achieves state-of-the-art classification accuracy on the protein secondary structure prediction problem in bioinformatics and the English part of speech tagging problem in computational linguistics. For both domains GPA produces a rule set that human experts find easy to interpret, a marked advantage in decision support environments. In addition, we compare GPA to other decision list induction algorithms as well as support vector machines, C4.5, naive Bayes, and a nearest neighbor method on a number of standard data sets from the UCI machine learning repository.
Full post... Related link
October 30, 2006
Top ten books
I need to work on this list a bit more:
Full post...
- Tao is silent (Raymond Smullyan)
- Mind's I (Hofstadter and Dennett)
- Godel, Escher, Bach (Hofstadter)
- Zen and the Art of Motorcycle Maintenance (Pirsig)
- Good and Real (Gary L. Drescher)
- Cosmos (Carl Sagan)
- A History of Pi (Beckmann)
- Skeptics and True Believers
- The Social Brain (Gazzaniga)
- On Intelligence (Jeff Hawkins)
- A Different Universe (Laughlin)
- The Naked Ape (Desmond Morris)
- Structure and Interpretation of Computer Programs (Abelson and Sussman)
- One two three ... infinity (George Gamow)
- Notes from underground (Dostoyevsky)
- Sparse distributed memory (Kanerva)
- Society of mind (Minsky)
- The limits of mathematics (Chaitin)
- The age of intelligent machines (Kurzweil)
- Skunk works (Rich and Janos)
- The making of the atomic bomb (Rhodes)
- The case for mars (Zubrin)
- Night comes to the cretaceous (Powell)
- Genome (Ridley)
- Probability Theory (Jaynes)
Full post...
Logical Fallacies and How to Spot Them
This should also be a requirement before somebody graduates from high school:
Logical Fallacies and How to Spot Them
In the Evolution vs. Creationism debate, it is important to be able to spot all the logical fallacies that Creationists tend to throw around. This essay covers many bare essentials of logical thinking, as well as ways to critically evaluate an argument. The logical fallacies listed here are the ones most often used by Creationists, although Creationists have, to date, used almost every single logical fallacy in existence to "prove" their case. Each fallacy will have its own little paragraph, describing it, why it is fallacious and how to counter it. Enjoy!
THE STRAWMAN ATTACK: The strawman is, perhaps, the most heavily-employed tactic used by Creationists. The strawman attack's name comes from the idea of setting up a strawman and knocking it down. The strawman is a false man, metaphorically representing a false argument. The strawman attack is a very dishonest one. Creationists ruthlessly use this tactic to win public support. In essence, the strawman attack is putting words in your opponent's mouth and then attacking the resulting position, while simultaenously evading the real argument.
EXAMPLE
"Evolution is a ridiculous theory! Macro-evolution says that a fish can just evolve into a bird! Clearly this is preposterous!"
This is an example of a strawman attack. Macro-evolution does not say that one species can "evolve" into another one. Macro-evolution is one species splitting into two species due to evolutionary changes. Clearly, this argument is a gross misrepresentation, at best, and a malicious lie, at worst.
HOW TO SPOT
Spotting a strawman attack isn't that hard. Just make sure that the opposition actually makes the claim that the attacker says he or she does. In evolution's case, just think to yourself: Would our foremost men and women of biology actually propose such a ridiculous concept? While you should always check to verify the attacker's statements about what the opposition is saying, you definitely do so when the attacker's statement begs such questions as, "How stupid can the opposition possibly be?" and arouses any kind of suspicion. For example, I read many web sites devoted to the Evolution vs. Creationism debate that displayed common Creationist arguments. I found it hard to believe that people were actually making the arguments I saw, because they were so easily shot down. So, I looked on Creationist websites and, lo and behold, they had, indeed, made such moronic claims as, "Evolution defies the Second Law of Thermodynamics!"
HOW TO COUNTER
Strawman attacks, once exposed for what they are, are not all that difficult to counter. SImply ask the attacker for a documented occasion in which his opposition made such a claim. If he cannot produce one, happily point out that the attacker is putting words in his opponent's mouth and attacking that position. Pointing out that this attack is a cowardly evasion might well help, depending on how high (or low)a regard you hold the attacker in.
THE FALSE DILEMMA FALLACY: The false dilemma is at the heart of the Creationist argument. The false dilemma supposes that there are only two possible solutions to a problem (his and his opponent's), ignoring anything else. The idea behind the false dilemma is to set up a system in which a disproof of the opponent's argument is automatic proof and support for the attacker's argument. Obviously, this is a completely irrational line of thinking. Just because there may be some error in my measured height doesn't make me a kilometer tall.
EXAMPLE
"There are only two solutions for the question of how the Universe was created: the Big Bang, which says that the Universe was formed out of nothing from random chance, or Biblical Creation, which gives us a loving, awesome, caring God who wants us to...[continue with mindless religious yammering ad infinitum]."
Obviously, Creationists love the false dilemma because it makes any hole they find in Evolutionary Theory an automatic proof of Biblical Creation. Of course, if we are to accept Biblical Creation as a viable view on how the Universe was created, then we must accept other religions' creation stories, as well. Creationists tend to ignore this fact, in favor of their quasi-masturbatory fantasies about a six-day creation timeframe and a Universe that is a paultry ten thousand years old.
If you look carefully, you'll also notice the strawman attack. The Big Bang Theory doesn't state that the Universe was formed from nothing. This would violate the Law of Conservation of Energy. Also, there's nothing in the Big Bang Theory that suggests random chance. It simply happened. We don't know why, but it did.
HOW TO SPOT
Whenever the attacker arbitrarily cuts the number of possible solutions down to only two, you should ask him why he does this. If there is a logical reasoning behind it (for example, there are only two solutions to x2+4x+4), then this is not a false dilemma, but a true one. If he cannot give you a logical explanation, he is setting up a false dilemma.
HOW TO COUNTER
Once you spot a false dilemma, just make it clear that the attacker is artificially narrowing the choices down the choices and trying to decieve everyone. This will go quite a ways to shatter his credibility.
THE APPEAL TO AUTHORITY: The appeal to authority is used when someone making an argument can't put any logical reasoning behind it. Instead of supporting an argument with evidence, the argument is supported by simply saying, "Because so-and-so said so." The argument may be correct, but the logic is still fallacious. For example, if someone said that the Earth's gravitational acceleration was 9.8m/s2 because physicists said so, the information would be correct, but they'd be basing it on false logic. Creationists especially love this type of fallacy because they have an authority that they can appeal to for anything that they want: God. Since God knows everything, anything they say can be "proven" correct by appealing to God. The other authority that they like to appeal to is the Bible. "Because Genesis said so, and Genesis was written by men inspired by God," it must be correct. This is known as a Biblical appeal to authority, while the former is known as a deistic appeal to authority. Either way, if there's no reasoning behind the argument, it is fradulant and illogical.
EXAMPLE
"Isaac Newton was a believer in Creation. He is one of the most legendary physicists of all time. Surely, you're not going to argue with him."
Exactly the kind of thing Creationists tend to say. Not only is this an appeal to authority, it is an appeal to an irrelevant authority. Newton was a physicist, which has nothing to do with biology, and he has been dead for a long time. He was not confronted with all the evidence for Evolution, thus his opinion is irrelevant. Even if a living biologist were cited as an authority, the argument would still be an appeal to authority and, thus, fallacious.
HOW TO SPOT
This one's not hard. When someone cites someone else as an authority and gives no argument, they are engaging in an appeal to authority.
HOW TO COUNTER
Simply point out the fallacy that the attacker is engaging in and demand that the argument be backed up by logic.
THE APPEAL TO FEAR: Creationists love this one. They like to make it seem that, if you don't accept their point of view, bad things will happen. This one is relatively simple. On a side note, this logical fallacy is, perhaps, the largest reason for the spread of Christianity. People didn't accept Christianity willfully, in the beginning. It was forced upon them, either with real threats ("If you don't convert, you'll be beheaded.") or imagined ones ("If you don't convert, you'll go to Hell."). Fear is no basis with which to accept an argument. The Catholic Church routinely engages in this fallacy by hammering the fear of God into youngsters at Sunday School and Catholic school. This becomes the driving force behind beliefs and actions, and it is a flawed one.
EXAMPLE
"To deny the truth of Creationism is to deny the Word of God Himself. If you don't accept God, you will be condemned to Hell to suffer for eternity."
No logic. No argument. No reason. No intelligence. Just bigotry and self-righteousness.
HOW TO SPOT
When someone threatens you with the dangerous consequences of not accepting their point of view, they are engaging in an appeal to fear. This is not a hard one to spot.
HOW TO COUNTER
Simply point out that your opponent is engaging in a logical fallacy, and obviously has no other recourse but to try and scare everyone into his point of view.
THE APPEAL TO THE MASSES: One is commiting this fallacy when he tries to justify a belief or action by the support base behind that action. Saying that Christianity is the right religion because it has a billion followers is an appeal to the masses. As with other logical fallacies, there is no logic behind this, just ignorance.
EXAMPLE
"There are more and more people converting to Creationism everyday. Even astrophysicists and biologists are seeing the light. This is God's work!"
Creationists often engage in an appeal to the masses in tandem with the appeal to authority, as you can see here. In this case, they use the appeal to an anonymous authority with the appeal to the masses. If all the physicists in the world suddenly said that they Earth pulled down at 1,000m/s2 without any proof, they'd still be wrong. If all the Creationists in the world jumped off a kilometer-high bridge, would you? If you said, "Yes," please proceed to the nearest bridge.
HOW TO SPOT
This is just like peer pressure. When someone mentions what everyone else thinks as evidence of his argument, he's appealing to the masses.
HOW TO COUNTER
Simply point out that the attacker is engaging in a logical fallacy. If it helps, give examples of where the masses have been wrong. Like the Spanish Inquisition, or the Crusades or the Holocaust.
THE ACHILLES' HEAL FALLACY: This is the belief that if you poke one hole in your opponent's argument, or find one thing wrong with it, that the entire argument is invalidated. Creationists love this one, because they like finding isolated incidents where, on the surface, it looks like evolution can't explain what happened. They also like to use it to invalidate carbon dating by citing isolated incidents in which carbon dating has been shown to be wrong (without pointing out the scientific explanations for these incidents). This can also be called the fallacy of hast generalization.
EXAMPLE
"They carbon-dated a snail and it turned out to be 25,000 years old! Carbon dating is totally unreliable!"
There are plenty of explanations for why this happened. Snails tend to abdorb minerals that they slide across. The snail in question probably picked up a 25,000 year-old piece of gravel. Furthermore, this doesn't address the fact that other, different dating methods (lke isochronic dating) confirm the majority of carbon-dating estimates. You can't just take one example and run with it.
HOW TO SPOT
If a widely-accepted practice is disputed by your opponent based on one or two examples, he is probably engaging in the Achilles' Heal fallacy. This may not be the case, though. It all depends on the scenario. If your someone attacks forensic evidence results by saying that the bullet tested was not the same type as the bullet used, then this is not a fallacy. Using a different type of bullet for the purpose of verification would skew the results of the tests. This is pointing out an error in the process which would affect the outcome. The Achilles' Heal fallacy is pointing out an error in merely one of many conclusions. The person would be guilty of the Achilles' Heal fallacy if he said that, because one forensic test turned out wrong, that all other tests must be wrong, as well.
HOW TO COUNTER
Once you know, for sure, that your opponent is engaging in an Achilles' Heal attack, simply demand that he explain why the majority of incidents which give correct outcomes should be ignored. For added fun, demand that he explain why, if the procedure in question is unreliable, a good deal of correct results were yielded.
THE AD HOMINEM ATTACK: The ad hominem simply means attacking the person making the argument, rather than the argument, itself. It is the last resort of Creationists whose arguments have been systematically annihilated. When used by a Creationist, these attacks will often incorporate religious bigotry and are almost always used with an appeal to fear.
EXAMPLE
"You have been blinded by Satan, and you are a creature of the devil. Neither you nor what you say can be trusted. You will rot in Hell for your ways."
Very simple. Notice the inclusion of the threat of Hell with the ad hominem. As said above, when a Creationist starts spouting crap like this, you know that you've won.
HOW TO SPOT
It is important to note the difference between an ad hominem and an insult. An ad hominem seeks to counter an argument based on the the person making it. An insult simply seeks to belittle someone. Insult can be added to a refutation, however. While impolite, the logic preceding the insult may be entirely true. Here is an example of an insult used with logical refutation:
TYPICAL CREATIONIST MORON (TCM): The Earth is only 6,500 years old.
ME: No, it's billions of years old [cites evidence]. Oh, and by the way, you smell of kitty litter, and your mother was a female dog of poor breeding.
See the difference? I cited evidence, made an argument, and then insulted the TCM. Of course, I'm not saying that insulting is right, but sometimes you just can't help calling a moron a moron.
HOW TO COUNTER
Inform any observers that your opponent is obviously at a loss to counter your arguments, and happily accept his concession on the point at hand.
SHIFTING THE ONUS OF PROOF: This is when your opponent makes a claim, provides no evidence for it, and then expects you to find evidence of it. Your opponent is making the claim, so he should logically have to provide evidence. Shifting the onus (or burden) of proof to you is a fallacy and a very low tactic to engage in. Often, a Creationist will make phantom claims and, then, act like they are common knowledge and he shouldn't have to back them up.
EXAMPLE
"The Earth was created in seven days by our loving father"
"Evidence?"
"Oh, come on! Everyone knows this, go look it up, if you don't."
That is an example of shifting the onus of proof. The opponent wrongfully forces you to do his research for him. He is obviously too lazy to do it, himself.
HOW TO SPOT
When your opponent starts treating a claim that isn't common knowledge like it is something everyone should know, and you demand proof, only to have him put that task on you, you are having the onus of proof unjustly handed off to you.
HOW TO COUNTER
Point out that your opponent is the one making the claim, not you. Demand that he provide evidence or conceed the point on the basis of zero evidence provided.
THE RED HERRING: This isn't so much a fallacy as it is an evasion tactic. The red herring is similar to a "wild goose chase." When someone leads the debate off on a red herring, they are trying to divert attention away from a particular argument, and toward some inconsequential statement that you may have made, or inventing some tangent to go off on. Creationists often use this when they attack the Big Bang Theory to try and prove evolution wrong. The Big Bang and evolution are completely separate theories, and are not mutually inclusive. The Creationist trying to debate the Big Bang is a red herring.
EXAMPLE
"Evolution is impossible because the Big Bang is a totally unacceptable theory because it defies the word of our loving Creator, He who sent His only Son, our Lord to...[continue with mindless religious yammering ad infinitum]."
The Big Bang has nothing to do with evolution. If it was proven wrong tomorrow, it wouldn't change the fact that organisms evolve to adapt to their environment, or they die.
HOW TO SPOT
This one can often be tricky to spot, because your first instinct is to correct the moron's ranting about the Big Bang. Don't let him lead you off on his tangent. Make sure that your opponent has directly addressed your point before proceeding.
HOW TO COUNTER
Demand that your opponent address your argument. Inform him and all those watching that his response is a simple red herring, meant to divert attention away from arguments that he can't counter.
Full post... Related link
Logical Fallacies and How to Spot Them
In the Evolution vs. Creationism debate, it is important to be able to spot all the logical fallacies that Creationists tend to throw around. This essay covers many bare essentials of logical thinking, as well as ways to critically evaluate an argument. The logical fallacies listed here are the ones most often used by Creationists, although Creationists have, to date, used almost every single logical fallacy in existence to "prove" their case. Each fallacy will have its own little paragraph, describing it, why it is fallacious and how to counter it. Enjoy!
THE STRAWMAN ATTACK: The strawman is, perhaps, the most heavily-employed tactic used by Creationists. The strawman attack's name comes from the idea of setting up a strawman and knocking it down. The strawman is a false man, metaphorically representing a false argument. The strawman attack is a very dishonest one. Creationists ruthlessly use this tactic to win public support. In essence, the strawman attack is putting words in your opponent's mouth and then attacking the resulting position, while simultaenously evading the real argument.
EXAMPLE
"Evolution is a ridiculous theory! Macro-evolution says that a fish can just evolve into a bird! Clearly this is preposterous!"
This is an example of a strawman attack. Macro-evolution does not say that one species can "evolve" into another one. Macro-evolution is one species splitting into two species due to evolutionary changes. Clearly, this argument is a gross misrepresentation, at best, and a malicious lie, at worst.
HOW TO SPOT
Spotting a strawman attack isn't that hard. Just make sure that the opposition actually makes the claim that the attacker says he or she does. In evolution's case, just think to yourself: Would our foremost men and women of biology actually propose such a ridiculous concept? While you should always check to verify the attacker's statements about what the opposition is saying, you definitely do so when the attacker's statement begs such questions as, "How stupid can the opposition possibly be?" and arouses any kind of suspicion. For example, I read many web sites devoted to the Evolution vs. Creationism debate that displayed common Creationist arguments. I found it hard to believe that people were actually making the arguments I saw, because they were so easily shot down. So, I looked on Creationist websites and, lo and behold, they had, indeed, made such moronic claims as, "Evolution defies the Second Law of Thermodynamics!"
HOW TO COUNTER
Strawman attacks, once exposed for what they are, are not all that difficult to counter. SImply ask the attacker for a documented occasion in which his opposition made such a claim. If he cannot produce one, happily point out that the attacker is putting words in his opponent's mouth and attacking that position. Pointing out that this attack is a cowardly evasion might well help, depending on how high (or low)a regard you hold the attacker in.
THE FALSE DILEMMA FALLACY: The false dilemma is at the heart of the Creationist argument. The false dilemma supposes that there are only two possible solutions to a problem (his and his opponent's), ignoring anything else. The idea behind the false dilemma is to set up a system in which a disproof of the opponent's argument is automatic proof and support for the attacker's argument. Obviously, this is a completely irrational line of thinking. Just because there may be some error in my measured height doesn't make me a kilometer tall.
EXAMPLE
"There are only two solutions for the question of how the Universe was created: the Big Bang, which says that the Universe was formed out of nothing from random chance, or Biblical Creation, which gives us a loving, awesome, caring God who wants us to...[continue with mindless religious yammering ad infinitum]."
Obviously, Creationists love the false dilemma because it makes any hole they find in Evolutionary Theory an automatic proof of Biblical Creation. Of course, if we are to accept Biblical Creation as a viable view on how the Universe was created, then we must accept other religions' creation stories, as well. Creationists tend to ignore this fact, in favor of their quasi-masturbatory fantasies about a six-day creation timeframe and a Universe that is a paultry ten thousand years old.
If you look carefully, you'll also notice the strawman attack. The Big Bang Theory doesn't state that the Universe was formed from nothing. This would violate the Law of Conservation of Energy. Also, there's nothing in the Big Bang Theory that suggests random chance. It simply happened. We don't know why, but it did.
HOW TO SPOT
Whenever the attacker arbitrarily cuts the number of possible solutions down to only two, you should ask him why he does this. If there is a logical reasoning behind it (for example, there are only two solutions to x2+4x+4), then this is not a false dilemma, but a true one. If he cannot give you a logical explanation, he is setting up a false dilemma.
HOW TO COUNTER
Once you spot a false dilemma, just make it clear that the attacker is artificially narrowing the choices down the choices and trying to decieve everyone. This will go quite a ways to shatter his credibility.
THE APPEAL TO AUTHORITY: The appeal to authority is used when someone making an argument can't put any logical reasoning behind it. Instead of supporting an argument with evidence, the argument is supported by simply saying, "Because so-and-so said so." The argument may be correct, but the logic is still fallacious. For example, if someone said that the Earth's gravitational acceleration was 9.8m/s2 because physicists said so, the information would be correct, but they'd be basing it on false logic. Creationists especially love this type of fallacy because they have an authority that they can appeal to for anything that they want: God. Since God knows everything, anything they say can be "proven" correct by appealing to God. The other authority that they like to appeal to is the Bible. "Because Genesis said so, and Genesis was written by men inspired by God," it must be correct. This is known as a Biblical appeal to authority, while the former is known as a deistic appeal to authority. Either way, if there's no reasoning behind the argument, it is fradulant and illogical.
EXAMPLE
"Isaac Newton was a believer in Creation. He is one of the most legendary physicists of all time. Surely, you're not going to argue with him."
Exactly the kind of thing Creationists tend to say. Not only is this an appeal to authority, it is an appeal to an irrelevant authority. Newton was a physicist, which has nothing to do with biology, and he has been dead for a long time. He was not confronted with all the evidence for Evolution, thus his opinion is irrelevant. Even if a living biologist were cited as an authority, the argument would still be an appeal to authority and, thus, fallacious.
HOW TO SPOT
This one's not hard. When someone cites someone else as an authority and gives no argument, they are engaging in an appeal to authority.
HOW TO COUNTER
Simply point out the fallacy that the attacker is engaging in and demand that the argument be backed up by logic.
THE APPEAL TO FEAR: Creationists love this one. They like to make it seem that, if you don't accept their point of view, bad things will happen. This one is relatively simple. On a side note, this logical fallacy is, perhaps, the largest reason for the spread of Christianity. People didn't accept Christianity willfully, in the beginning. It was forced upon them, either with real threats ("If you don't convert, you'll be beheaded.") or imagined ones ("If you don't convert, you'll go to Hell."). Fear is no basis with which to accept an argument. The Catholic Church routinely engages in this fallacy by hammering the fear of God into youngsters at Sunday School and Catholic school. This becomes the driving force behind beliefs and actions, and it is a flawed one.
EXAMPLE
"To deny the truth of Creationism is to deny the Word of God Himself. If you don't accept God, you will be condemned to Hell to suffer for eternity."
No logic. No argument. No reason. No intelligence. Just bigotry and self-righteousness.
HOW TO SPOT
When someone threatens you with the dangerous consequences of not accepting their point of view, they are engaging in an appeal to fear. This is not a hard one to spot.
HOW TO COUNTER
Simply point out that your opponent is engaging in a logical fallacy, and obviously has no other recourse but to try and scare everyone into his point of view.
THE APPEAL TO THE MASSES: One is commiting this fallacy when he tries to justify a belief or action by the support base behind that action. Saying that Christianity is the right religion because it has a billion followers is an appeal to the masses. As with other logical fallacies, there is no logic behind this, just ignorance.
EXAMPLE
"There are more and more people converting to Creationism everyday. Even astrophysicists and biologists are seeing the light. This is God's work!"
Creationists often engage in an appeal to the masses in tandem with the appeal to authority, as you can see here. In this case, they use the appeal to an anonymous authority with the appeal to the masses. If all the physicists in the world suddenly said that they Earth pulled down at 1,000m/s2 without any proof, they'd still be wrong. If all the Creationists in the world jumped off a kilometer-high bridge, would you? If you said, "Yes," please proceed to the nearest bridge.
HOW TO SPOT
This is just like peer pressure. When someone mentions what everyone else thinks as evidence of his argument, he's appealing to the masses.
HOW TO COUNTER
Simply point out that the attacker is engaging in a logical fallacy. If it helps, give examples of where the masses have been wrong. Like the Spanish Inquisition, or the Crusades or the Holocaust.
THE ACHILLES' HEAL FALLACY: This is the belief that if you poke one hole in your opponent's argument, or find one thing wrong with it, that the entire argument is invalidated. Creationists love this one, because they like finding isolated incidents where, on the surface, it looks like evolution can't explain what happened. They also like to use it to invalidate carbon dating by citing isolated incidents in which carbon dating has been shown to be wrong (without pointing out the scientific explanations for these incidents). This can also be called the fallacy of hast generalization.
EXAMPLE
"They carbon-dated a snail and it turned out to be 25,000 years old! Carbon dating is totally unreliable!"
There are plenty of explanations for why this happened. Snails tend to abdorb minerals that they slide across. The snail in question probably picked up a 25,000 year-old piece of gravel. Furthermore, this doesn't address the fact that other, different dating methods (lke isochronic dating) confirm the majority of carbon-dating estimates. You can't just take one example and run with it.
HOW TO SPOT
If a widely-accepted practice is disputed by your opponent based on one or two examples, he is probably engaging in the Achilles' Heal fallacy. This may not be the case, though. It all depends on the scenario. If your someone attacks forensic evidence results by saying that the bullet tested was not the same type as the bullet used, then this is not a fallacy. Using a different type of bullet for the purpose of verification would skew the results of the tests. This is pointing out an error in the process which would affect the outcome. The Achilles' Heal fallacy is pointing out an error in merely one of many conclusions. The person would be guilty of the Achilles' Heal fallacy if he said that, because one forensic test turned out wrong, that all other tests must be wrong, as well.
HOW TO COUNTER
Once you know, for sure, that your opponent is engaging in an Achilles' Heal attack, simply demand that he explain why the majority of incidents which give correct outcomes should be ignored. For added fun, demand that he explain why, if the procedure in question is unreliable, a good deal of correct results were yielded.
THE AD HOMINEM ATTACK: The ad hominem simply means attacking the person making the argument, rather than the argument, itself. It is the last resort of Creationists whose arguments have been systematically annihilated. When used by a Creationist, these attacks will often incorporate religious bigotry and are almost always used with an appeal to fear.
EXAMPLE
"You have been blinded by Satan, and you are a creature of the devil. Neither you nor what you say can be trusted. You will rot in Hell for your ways."
Very simple. Notice the inclusion of the threat of Hell with the ad hominem. As said above, when a Creationist starts spouting crap like this, you know that you've won.
HOW TO SPOT
It is important to note the difference between an ad hominem and an insult. An ad hominem seeks to counter an argument based on the the person making it. An insult simply seeks to belittle someone. Insult can be added to a refutation, however. While impolite, the logic preceding the insult may be entirely true. Here is an example of an insult used with logical refutation:
TYPICAL CREATIONIST MORON (TCM): The Earth is only 6,500 years old.
ME: No, it's billions of years old [cites evidence]. Oh, and by the way, you smell of kitty litter, and your mother was a female dog of poor breeding.
See the difference? I cited evidence, made an argument, and then insulted the TCM. Of course, I'm not saying that insulting is right, but sometimes you just can't help calling a moron a moron.
HOW TO COUNTER
Inform any observers that your opponent is obviously at a loss to counter your arguments, and happily accept his concession on the point at hand.
SHIFTING THE ONUS OF PROOF: This is when your opponent makes a claim, provides no evidence for it, and then expects you to find evidence of it. Your opponent is making the claim, so he should logically have to provide evidence. Shifting the onus (or burden) of proof to you is a fallacy and a very low tactic to engage in. Often, a Creationist will make phantom claims and, then, act like they are common knowledge and he shouldn't have to back them up.
EXAMPLE
"The Earth was created in seven days by our loving father"
"Evidence?"
"Oh, come on! Everyone knows this, go look it up, if you don't."
That is an example of shifting the onus of proof. The opponent wrongfully forces you to do his research for him. He is obviously too lazy to do it, himself.
HOW TO SPOT
When your opponent starts treating a claim that isn't common knowledge like it is something everyone should know, and you demand proof, only to have him put that task on you, you are having the onus of proof unjustly handed off to you.
HOW TO COUNTER
Point out that your opponent is the one making the claim, not you. Demand that he provide evidence or conceed the point on the basis of zero evidence provided.
THE RED HERRING: This isn't so much a fallacy as it is an evasion tactic. The red herring is similar to a "wild goose chase." When someone leads the debate off on a red herring, they are trying to divert attention away from a particular argument, and toward some inconsequential statement that you may have made, or inventing some tangent to go off on. Creationists often use this when they attack the Big Bang Theory to try and prove evolution wrong. The Big Bang and evolution are completely separate theories, and are not mutually inclusive. The Creationist trying to debate the Big Bang is a red herring.
EXAMPLE
"Evolution is impossible because the Big Bang is a totally unacceptable theory because it defies the word of our loving Creator, He who sent His only Son, our Lord to...[continue with mindless religious yammering ad infinitum]."
The Big Bang has nothing to do with evolution. If it was proven wrong tomorrow, it wouldn't change the fact that organisms evolve to adapt to their environment, or they die.
HOW TO SPOT
This one can often be tricky to spot, because your first instinct is to correct the moron's ranting about the Big Bang. Don't let him lead you off on his tangent. Make sure that your opponent has directly addressed your point before proceeding.
HOW TO COUNTER
Demand that your opponent address your argument. Inform him and all those watching that his response is a simple red herring, meant to divert attention away from arguments that he can't counter.
Full post... Related link
Good and Real by Gary Drescher
I finally received Drescher's new book. I had written about it before in this blog entry. Here is an excerpt on ethics:
Ethical relativism is an understandable reaction to centuries of opposite excess, in which the powerful have proclaimed tha their self-serving values - entitlement to conquer vulnerable peoples, and to the subservience of slaves, women, and the poor, for instance - are moral absolutes that others are obliged to yield to and could rightly be forced to yield to. Ironically, these putatively absolute moral values have been rationalized by appeal to two quintessentially relativist sources: faith and tradition. Faith, after all, is just a strong subjective feeling as to what's true. And tradition is just an appeal to ancient peer pressure (typically intimately interwoven with faith). Deriving moral foundations from tradition leads us to conform to the beliefs and behavior of people who - though they did their best with the knowledge then available - lived long before even a high-school education existed. But as every child learns (or should), the claim that "everyone else does it," or has always done it, is a poor justification for one's conduct.
P.S. Drescher does defend an objective approach to ethics.
P.P.S. The link below is a fun story I found on Jeff Bridges' website that this excerpt reminded me of.
http://www.jeffbridges.com/because.html
Full post...
Ethical relativism is an understandable reaction to centuries of opposite excess, in which the powerful have proclaimed tha their self-serving values - entitlement to conquer vulnerable peoples, and to the subservience of slaves, women, and the poor, for instance - are moral absolutes that others are obliged to yield to and could rightly be forced to yield to. Ironically, these putatively absolute moral values have been rationalized by appeal to two quintessentially relativist sources: faith and tradition. Faith, after all, is just a strong subjective feeling as to what's true. And tradition is just an appeal to ancient peer pressure (typically intimately interwoven with faith). Deriving moral foundations from tradition leads us to conform to the beliefs and behavior of people who - though they did their best with the knowledge then available - lived long before even a high-school education existed. But as every child learns (or should), the claim that "everyone else does it," or has always done it, is a poor justification for one's conduct.
P.S. Drescher does defend an objective approach to ethics.
P.P.S. The link below is a fun story I found on Jeff Bridges' website that this excerpt reminded me of.
http://www.jeffbridges.com/because.html
Full post...
Gelenek görenek
Orijinalini http://www.jeffbridges.com/because.html'da okuduğum bir hikayeyi elimden geldiğince Türkçe'ye çevirmeye çalışacağım...
Geleneğimiz Böyledir Bizim
1. Bir kafese beş maymun yerleştirin. Kafesin içine yukarıdan bir
iplik ile bir muz sarkıtın, altına da bir merdiven koyun. Çok geçmeden
maymunlardan biri merdivene gidecek ve yukarı çıkmaya çalışacaktır.
2. Maymun merdivene dokunur dokunmaz, tüm maymunların üzerine soğuk su
dokun. Bir süre sonra bir başka maymun denemeye çalıştığında tekrar
hepsinin üzerine soğuk su boşaltın.
3. Musluğu artık kapatabilirsiniz. Bundan sonra maymunlardan biri
merdivenlere çıkmayı denerse, diğer maymunlar soğuk su gelmeden onu
durduracaklardır.
4. Şimdi kafesteki maymunlardan birini çıkarın, ve yerine yeni bir
tane koyun. Yeni maymun muzu görür görmez merdivene çıkmak
isteyecektir. Fakat bunu denediğinde diğer maymunların saldırısına
uğrayıp dehşet içinde kalır. Tekrar deneyip tekrar aynı sonuçla
karşılaşınca artık merdivene çıkmaya çalışmanın dayakla
sonuçlanacağını öğrenir.
5. Orijinal beş maymundan birini daha kafesten alıp yerine yeni bir
maymun yerleştirin. Yeni gelen merdivene gider ve saldırıya uğrar.
Saldırıda büyük bir heyecanla yer alanlar arasında geçen adımda
eklediğiniz ilk yeni maymun da vardır.
6. Üçüncü orijinal maymunu da yeni biriyle değiştirin. Yeni gelen yine
merdivene ulaşmaya çalışıp saldırıya uğrar. Saldıran dört maymundan
ikisinin bu yeni maymunu niye dövdükleri konusunda, ya da merdivene
tırmanmaya niye izin verilmediği konusunda hiç bir fikirleri yoktur.
7. Dördüncü ve beşinci orijinal maymunu da yenileriyle değiştirdikten
sonra artık üzerine soğuk su dökülen tüm maymunlar gitmiştir.
Ama kafesteki hiç bir maymun merdivene yanaşmaya cesaret edemez. Niye
mi?
Çünkü buralarda gelenek böyledir.
Full post... Related link
Geleneğimiz Böyledir Bizim
1. Bir kafese beş maymun yerleştirin. Kafesin içine yukarıdan bir
iplik ile bir muz sarkıtın, altına da bir merdiven koyun. Çok geçmeden
maymunlardan biri merdivene gidecek ve yukarı çıkmaya çalışacaktır.
2. Maymun merdivene dokunur dokunmaz, tüm maymunların üzerine soğuk su
dokun. Bir süre sonra bir başka maymun denemeye çalıştığında tekrar
hepsinin üzerine soğuk su boşaltın.
3. Musluğu artık kapatabilirsiniz. Bundan sonra maymunlardan biri
merdivenlere çıkmayı denerse, diğer maymunlar soğuk su gelmeden onu
durduracaklardır.
4. Şimdi kafesteki maymunlardan birini çıkarın, ve yerine yeni bir
tane koyun. Yeni maymun muzu görür görmez merdivene çıkmak
isteyecektir. Fakat bunu denediğinde diğer maymunların saldırısına
uğrayıp dehşet içinde kalır. Tekrar deneyip tekrar aynı sonuçla
karşılaşınca artık merdivene çıkmaya çalışmanın dayakla
sonuçlanacağını öğrenir.
5. Orijinal beş maymundan birini daha kafesten alıp yerine yeni bir
maymun yerleştirin. Yeni gelen merdivene gider ve saldırıya uğrar.
Saldırıda büyük bir heyecanla yer alanlar arasında geçen adımda
eklediğiniz ilk yeni maymun da vardır.
6. Üçüncü orijinal maymunu da yeni biriyle değiştirin. Yeni gelen yine
merdivene ulaşmaya çalışıp saldırıya uğrar. Saldıran dört maymundan
ikisinin bu yeni maymunu niye dövdükleri konusunda, ya da merdivene
tırmanmaya niye izin verilmediği konusunda hiç bir fikirleri yoktur.
7. Dördüncü ve beşinci orijinal maymunu da yenileriyle değiştirdikten
sonra artık üzerine soğuk su dökülen tüm maymunlar gitmiştir.
Ama kafesteki hiç bir maymun merdivene yanaşmaya cesaret edemez. Niye
mi?
Çünkü buralarda gelenek böyledir.
Full post... Related link
October 28, 2006
Tarih ve aitlik
İnsanın hayatına anlam kazandırmak için tarihsel aitliğin tek yol
olduğunu sanmıyorum. Varoluşçu felsefeler, türlü dinler,
psikoterapistler de bu amaca hizmet ediyorlar. Bazısı hayatının
anlamını hedonist zevklerde buluyor, bazısı ailede, bazısı yarattığı
eserlerde, bazısı ömür boyu üzerinde uğraşıp çözemediği sorularda.
Yine de insanların sosyal yaratıklar olarak bir ait olma ihtiyacı
içinde oldukları doğru. Ama ait olunan grupların özelliği tarih
boyunca değişiyor, şu anda da hızlı bir değişim içerisinde. Web 2.0
ve ortaya çıkan on-line gruplar bunun bir örneği. Ben amatör
sihirbazlar, evde teleskop yapanlar, ve beynin nasıl çalıştığını merak
edenler gruplarına aitim mesela. Bundan 50 yıl önce böyle bir sosyal
gruplaşma yoktu. Bundan 500 yıl önce milliyetçilik diye bir kavram
olmadığı gibi.
Diyebiliriz ki şu an yüzyüze olduğumuz problemleri çözebilme açısından
bize benzer gruplara bakmamız doğal olan. Bu açıdan bakınca
hayatımın, problemlerimin 100 yıl önce yaşamış dedemin babasından
ziyade şu an Meksika ya da Yunanistan'da yaşayan herhangi bir aileye
daha çok benzediğini düşünüyorum.
Belki de tarihin önemi şu an yaşadığımız hayat üzerindeki etkisinden
geliyor diyebiliriz. Geçmişte yaşamış insanların günümüzdeki
hayatımız üzerinde değişen miktarlarda etkileri var. Bu açıdan
bakınca bambaşka bir resim çıkıyor ortaya:
Örneğin tipik bir günümde çalar saat ile uyanıyorum (John Harrison),
ışıkları açıp (Edison), kahvaltıda süt içiyorum (Pasteur), arabama
atlayıp (Henry Ford), üniversitede (Plato) ders vermeye gidiyorum.
Bilgisayarımı açıp (Von Neumann), ınternet'e giriyorum (Berners-Lee),
ariteknokent grubuna (Memduh) mesaj yazıyorum. Gün içindeki
aktivitelerinizi kaynaklarını düşünerek gözden geçirirseniz dünya
coğrafyasını ve tarihini bir uçtan diğerine kapsayan yaratıcı bir
insan topluluğuna olan borcumuz ortaya çıkıyor. İşin ilginç tarafı
bize okutulan tarih derslerinde yukarıdaki isimlerin hemen hiç birine
yer verilmemesi. Daha çok dünya üzerindeki birkaç güçlü ailenin
birbiriyle itişip kakışmasının hikayesi ana konu. Nüfusumuzun çoğu
ileride padişahlık mesleğini seçmeyeceğine göre bana garip geliyor bu
konu seçimi. Siz ne dersiniz?
Full post... Related link
olduğunu sanmıyorum. Varoluşçu felsefeler, türlü dinler,
psikoterapistler de bu amaca hizmet ediyorlar. Bazısı hayatının
anlamını hedonist zevklerde buluyor, bazısı ailede, bazısı yarattığı
eserlerde, bazısı ömür boyu üzerinde uğraşıp çözemediği sorularda.
Yine de insanların sosyal yaratıklar olarak bir ait olma ihtiyacı
içinde oldukları doğru. Ama ait olunan grupların özelliği tarih
boyunca değişiyor, şu anda da hızlı bir değişim içerisinde. Web 2.0
ve ortaya çıkan on-line gruplar bunun bir örneği. Ben amatör
sihirbazlar, evde teleskop yapanlar, ve beynin nasıl çalıştığını merak
edenler gruplarına aitim mesela. Bundan 50 yıl önce böyle bir sosyal
gruplaşma yoktu. Bundan 500 yıl önce milliyetçilik diye bir kavram
olmadığı gibi.
Diyebiliriz ki şu an yüzyüze olduğumuz problemleri çözebilme açısından
bize benzer gruplara bakmamız doğal olan. Bu açıdan bakınca
hayatımın, problemlerimin 100 yıl önce yaşamış dedemin babasından
ziyade şu an Meksika ya da Yunanistan'da yaşayan herhangi bir aileye
daha çok benzediğini düşünüyorum.
Belki de tarihin önemi şu an yaşadığımız hayat üzerindeki etkisinden
geliyor diyebiliriz. Geçmişte yaşamış insanların günümüzdeki
hayatımız üzerinde değişen miktarlarda etkileri var. Bu açıdan
bakınca bambaşka bir resim çıkıyor ortaya:
Örneğin tipik bir günümde çalar saat ile uyanıyorum (John Harrison),
ışıkları açıp (Edison), kahvaltıda süt içiyorum (Pasteur), arabama
atlayıp (Henry Ford), üniversitede (Plato) ders vermeye gidiyorum.
Bilgisayarımı açıp (Von Neumann), ınternet'e giriyorum (Berners-Lee),
ariteknokent grubuna (Memduh) mesaj yazıyorum. Gün içindeki
aktivitelerinizi kaynaklarını düşünerek gözden geçirirseniz dünya
coğrafyasını ve tarihini bir uçtan diğerine kapsayan yaratıcı bir
insan topluluğuna olan borcumuz ortaya çıkıyor. İşin ilginç tarafı
bize okutulan tarih derslerinde yukarıdaki isimlerin hemen hiç birine
yer verilmemesi. Daha çok dünya üzerindeki birkaç güçlü ailenin
birbiriyle itişip kakışmasının hikayesi ana konu. Nüfusumuzun çoğu
ileride padişahlık mesleğini seçmeyeceğine göre bana garip geliyor bu
konu seçimi. Siz ne dersiniz?
Full post... Related link
Bilim ve otorite
Türkiye'de hem de Fen Lisesinde vaktimizi büyük bilim adamları hakkında efsaneler okuyup (Gauss 5 yaşında birden yüze kadar olan sayıları toplamış, Einstein atom bölünür dediği için liseden atılmış vs gibi) onların ne insan üstü ve ulaşılamaz olduğunu düşünerek harcardik. Amerika'da Üniversiteye ilk başladığımda etrafımdaki arkadaşların nobel ödüllü hocalarımız hakkında bu işten anlamaz, öbürü bunadı, beriki zaten baştan beri yanlış yoldaydı gibi yorumlarını dolayısıyla başta garip karşıladım. Ama zamanla o hocaların da (başka konularda olmasa da) kendi uzmanlık konularında genelde alçak gönüllü olduklarını ve aşağıdan gelen bu eleştiri yağmurunu da her zaman haklı olmasa bile sistemin gerekli bir parçası olarak kabul ettiklerini gözledim.
Tarihten bir iki örnek verelim: Aristotle pek çok konuda verdiği
eserlerle batı düşüncesine 2000 yıl hakim oldu. Bu dönemde onun
savlarına itiraz etmek engizisyona kadar götürdü pek çok insanı.
Yazdıklarına bugün baktığımızda yaklaşık yarısı gerçekten deli
saçması. Örneğin kadınların dışlerinin erkeklerden az olduğu, hareket
eden cisimlerin durmaya meyıllı oldukları, düşüncelerin merkezinin
kalpte olduğu, beyninse kanı serinletmeye yaradığı gibi basit
gözlemlerle aksi kolayca ispatlanabilecek pek çok iddia. (Klasiklerin
hepsi böyle değil - örneğin Arşimet'in yazdıkları bugün fizik
dergilerinde basılabilecek kalitede. Ayrıntılı bir karşılaştırma için
Beckman'ın "A history of pi" kitabını öneririm.)
Daha yakın tarihin en medyatik fizikçisi, dehanın prototipi Einstein'ı
alalım. Hayatının son yarışını fizikçilerin çoğunun kabul ettiği
üstelik başlangıcında kendi çalışmalarının önemli rol oynadığı kuantum
kuramını çürütmek için boşu boşuna harcadı. Popüler kültürde
Einstein'ın relativity kuramını o dönemde bir elin parmakları kadar
bilim adamının anlayabildiği iddia edilir. Bu iddia da tamamiyle
yanlış - kuram basılmadan önce kimse anlamıyordu, basıldıktan sonra da
zamanın profesyonel fizikçilerinin çoğu anladılar, şu anda da
undergrad fizik okuyan herhangi biri special relativity'yi bir
dönemlik bir dersle içli dışlı öğrenebilir anlayabilir.
Benim bu deneyimlerden çıkardığım bir iki sonuç var. Bilim, insan
aktiviteleri içerisinde otoritenin etkisini kırmaya çalışmış ve en aza
indirgeyebilmiş istisnai bir örnek. Doğruya ulaşmak için insanlar ve
onların hiyerarşideki yerleri değil, fikirler ve onların mantıksal
tutarlılıkları, açıklayıcı güçleri, ve empirik gözlemlere uyumları
önemli olan. Einstein gibi karakterleri göklere çıkarma eğilimi diğer
alanlarda içimize işlemiş olan otoriteye saygı eğiliminin psikolojik
olarak bilime yansıtılması gibi görünüyor. Relativiteyi kimse anlamaz
efsanesi ise çarpık eğitim sistemimizin sonucunda insanların adeta
matematiği anlamamaktan gururla söz eder hale gelmesine benzer bir
savunma mekanizması. Sonuçta serbest tartışma yolundaki her engel gibi
bunları da yıkmamız ve kahramanlarımızın da normal insanlar olduğunu,
karmaşık konuların düzgün anlatılabildiğinde herkes tarafından
anlaşılabileceğini kabul etmemiz ve her otoriteyi kıyasıya
eleştirebilmemiz lazım.
Full post... Related link
Tarihten bir iki örnek verelim: Aristotle pek çok konuda verdiği
eserlerle batı düşüncesine 2000 yıl hakim oldu. Bu dönemde onun
savlarına itiraz etmek engizisyona kadar götürdü pek çok insanı.
Yazdıklarına bugün baktığımızda yaklaşık yarısı gerçekten deli
saçması. Örneğin kadınların dışlerinin erkeklerden az olduğu, hareket
eden cisimlerin durmaya meyıllı oldukları, düşüncelerin merkezinin
kalpte olduğu, beyninse kanı serinletmeye yaradığı gibi basit
gözlemlerle aksi kolayca ispatlanabilecek pek çok iddia. (Klasiklerin
hepsi böyle değil - örneğin Arşimet'in yazdıkları bugün fizik
dergilerinde basılabilecek kalitede. Ayrıntılı bir karşılaştırma için
Beckman'ın "A history of pi" kitabını öneririm.)
Daha yakın tarihin en medyatik fizikçisi, dehanın prototipi Einstein'ı
alalım. Hayatının son yarışını fizikçilerin çoğunun kabul ettiği
üstelik başlangıcında kendi çalışmalarının önemli rol oynadığı kuantum
kuramını çürütmek için boşu boşuna harcadı. Popüler kültürde
Einstein'ın relativity kuramını o dönemde bir elin parmakları kadar
bilim adamının anlayabildiği iddia edilir. Bu iddia da tamamiyle
yanlış - kuram basılmadan önce kimse anlamıyordu, basıldıktan sonra da
zamanın profesyonel fizikçilerinin çoğu anladılar, şu anda da
undergrad fizik okuyan herhangi biri special relativity'yi bir
dönemlik bir dersle içli dışlı öğrenebilir anlayabilir.
Benim bu deneyimlerden çıkardığım bir iki sonuç var. Bilim, insan
aktiviteleri içerisinde otoritenin etkisini kırmaya çalışmış ve en aza
indirgeyebilmiş istisnai bir örnek. Doğruya ulaşmak için insanlar ve
onların hiyerarşideki yerleri değil, fikirler ve onların mantıksal
tutarlılıkları, açıklayıcı güçleri, ve empirik gözlemlere uyumları
önemli olan. Einstein gibi karakterleri göklere çıkarma eğilimi diğer
alanlarda içimize işlemiş olan otoriteye saygı eğiliminin psikolojik
olarak bilime yansıtılması gibi görünüyor. Relativiteyi kimse anlamaz
efsanesi ise çarpık eğitim sistemimizin sonucunda insanların adeta
matematiği anlamamaktan gururla söz eder hale gelmesine benzer bir
savunma mekanizması. Sonuçta serbest tartışma yolundaki her engel gibi
bunları da yıkmamız ve kahramanlarımızın da normal insanlar olduğunu,
karmaşık konuların düzgün anlatılabildiğinde herkes tarafından
anlaşılabileceğini kabul etmemiz ve her otoriteyi kıyasıya
eleştirebilmemiz lazım.
Full post... Related link
October 25, 2006
Yapay diller
Yapay diller son zamanlarda ilgimi çeken bir konu. Eskiden pratik
olmadıklarını düşünürdüm, ama bir iki şey fikrimi değiştirmeye
başladı.
Birincisi palm pilot'un başarısı. Biliyorsunuz kalemle ekrana yazma
kavramını getiren ilk alet Apple Newton oldu (benim bildiğim). Fakat
başarılı olamadı, en büyük sebeplerinden biri de el yazısı tanıma
fonksiyonunun çok iyi çalışmamasıydı. Palm'in muciti Jeff Hawkins'in
getirdiği yenilik, insan yazısına benzeyen fakat makinenin anlamasını
kolaylaştırmak için standardize edilmiş bir yazı stili oldu. İnsanlar
bu yazıyı yazmayı yarım saatte öğrenebiliyor. Normal el yazısını ise
yıllar süren araştırmadan sonra makineler hala tam çözemiyor. Doğal
dilde aynı fikri uygulayıp makinelerin gerzekliğini insanların
esnekliğiyle çözebiliriz belki. (Bu arada Jeff Hawkins palm'dan
kazandığı parayla hep rüyasında yatan bir beyin araştırma enstitüsü
kurdu, bir de teorilerini anlattığı çok güzel bir kitap yazdı, tavsiye
ederim: On Intelligence)
İkincisi de yapay diller (conlang) üzerinde yeni yeni keşfetmeye başladığım çalışmalar. Bu konuda her zamanki gibi wikipedia iyi bir başlangıç: (Constructed language) Esperanto'yu hepimiz duymuşuzdur. Beni şaşırtan 19. yüzyıl sonundan beri buna benzer yüzlerce proje başlatıldığı (Star Trek'in Klingon dili, Tolkien'in Middle-earth dilleri bile gramerleri, fonetik kuralları ile bir hayli gelişmiş diller). İlginç bulduğum bir örnek, aerospace industry'nin öncülük ettiği Simplified English AECME standardı (Controlled natural language, Simplified English). Diğeri ise Loglan: logic üzerine kurulmuş ve doğal dillerdeki ambiguity'yi kaldırmaya yönelik bir dil (Loglan, Lojban). Loglan'ın orijinal amacı doğal dillerin sahip oldukları bir takım engelleri ortadan kaldırarak bunların düşünce üzerindeki sınırlamalarını da kaldırmayı denemek (Sapir-Whorf hypothesis). Bu da başlı başına ilginç bir soru ama sonuçta ortaya çıkan dilde ambiguity bırakmamış olmaları bilgisayarlarla iletişim için büyük bir nimet.
Full post... Related link
olmadıklarını düşünürdüm, ama bir iki şey fikrimi değiştirmeye
başladı.
Birincisi palm pilot'un başarısı. Biliyorsunuz kalemle ekrana yazma
kavramını getiren ilk alet Apple Newton oldu (benim bildiğim). Fakat
başarılı olamadı, en büyük sebeplerinden biri de el yazısı tanıma
fonksiyonunun çok iyi çalışmamasıydı. Palm'in muciti Jeff Hawkins'in
getirdiği yenilik, insan yazısına benzeyen fakat makinenin anlamasını
kolaylaştırmak için standardize edilmiş bir yazı stili oldu. İnsanlar
bu yazıyı yazmayı yarım saatte öğrenebiliyor. Normal el yazısını ise
yıllar süren araştırmadan sonra makineler hala tam çözemiyor. Doğal
dilde aynı fikri uygulayıp makinelerin gerzekliğini insanların
esnekliğiyle çözebiliriz belki. (Bu arada Jeff Hawkins palm'dan
kazandığı parayla hep rüyasında yatan bir beyin araştırma enstitüsü
kurdu, bir de teorilerini anlattığı çok güzel bir kitap yazdı, tavsiye
ederim: On Intelligence)
İkincisi de yapay diller (conlang) üzerinde yeni yeni keşfetmeye başladığım çalışmalar. Bu konuda her zamanki gibi wikipedia iyi bir başlangıç: (Constructed language) Esperanto'yu hepimiz duymuşuzdur. Beni şaşırtan 19. yüzyıl sonundan beri buna benzer yüzlerce proje başlatıldığı (Star Trek'in Klingon dili, Tolkien'in Middle-earth dilleri bile gramerleri, fonetik kuralları ile bir hayli gelişmiş diller). İlginç bulduğum bir örnek, aerospace industry'nin öncülük ettiği Simplified English AECME standardı (Controlled natural language, Simplified English). Diğeri ise Loglan: logic üzerine kurulmuş ve doğal dillerdeki ambiguity'yi kaldırmaya yönelik bir dil (Loglan, Lojban). Loglan'ın orijinal amacı doğal dillerin sahip oldukları bir takım engelleri ortadan kaldırarak bunların düşünce üzerindeki sınırlamalarını da kaldırmayı denemek (Sapir-Whorf hypothesis). Bu da başlı başına ilginç bir soru ama sonuçta ortaya çıkan dilde ambiguity bırakmamış olmaları bilgisayarlarla iletişim için büyük bir nimet.
Full post... Related link
Kalıcılık
Tarih konusunda kör cahil olduğum söylenebilir (MEB müfredatını
suçluyorum). Fakat son iki bin yılda pek çok devlet ve imparatorluk
kurup batırmış olmamız sanki bu işi çok da iyi beceremiyormuşuz
izlenimi veriyor bana. Kuruluşların sürekliliği ve kalite oto-kontrol
mekanizmalarının önemi konusunda sanırım hepimiz hemfikiriz. Ne
bileyim Oxford üniversitesi gibi 500 yıla yaklaşan yaşına rağmen hala
varlığını ve kalitesini sürdürebilen kuruluşlara gıpta ile bakarım.
İstanbul'da binaları dışında bu kadar süre yaşatabildiğimiz herhangi
bir kuruluş var mı? 500 yılı geçelim, 50 yıl kalitesini koruyan bir
kuruluş? Ankara Fen Lisesi, İTÜ ve ODTÜ gibi iyi başlangıçların yakın
geçmişleri ortada. İTÜ'de gurur duyduğumuz yeni mikrobiyoloji
bölümünün raf ömrü kaç yıldır sizce? Varlığı istisnai insanlara bağlı
kuruluşların ömürleri de o istisnai insanın profesyonel ömrü ile
sınırlı kalıyor.
Full post... Related link
suçluyorum). Fakat son iki bin yılda pek çok devlet ve imparatorluk
kurup batırmış olmamız sanki bu işi çok da iyi beceremiyormuşuz
izlenimi veriyor bana. Kuruluşların sürekliliği ve kalite oto-kontrol
mekanizmalarının önemi konusunda sanırım hepimiz hemfikiriz. Ne
bileyim Oxford üniversitesi gibi 500 yıla yaklaşan yaşına rağmen hala
varlığını ve kalitesini sürdürebilen kuruluşlara gıpta ile bakarım.
İstanbul'da binaları dışında bu kadar süre yaşatabildiğimiz herhangi
bir kuruluş var mı? 500 yılı geçelim, 50 yıl kalitesini koruyan bir
kuruluş? Ankara Fen Lisesi, İTÜ ve ODTÜ gibi iyi başlangıçların yakın
geçmişleri ortada. İTÜ'de gurur duyduğumuz yeni mikrobiyoloji
bölümünün raf ömrü kaç yıldır sizce? Varlığı istisnai insanlara bağlı
kuruluşların ömürleri de o istisnai insanın profesyonel ömrü ile
sınırlı kalıyor.
Full post... Related link
October 20, 2006
www.storytron.com
Bir romanı okumaktansa içine girip karakterlerden biri olmak
istediğiniz oldu mu? Eski bilgisayar oyunu tasarımcısı Chris Crawford,
bu hayali gerçekleştirmek için gerekli teknolojiyi üretmekle
meşgul. Tasarladığı sistemde yazarlar hikayeyi yazmak yerine hikayede
yer alacak karakterlerin özelliklerini, sahneleri, ilişkileri
tanımlıyorlar. Okuyucu ise hazır bir olaylar dizisi okumak yerine bir
simülatör içinde hikaye dünyasındaki karakterlerden biri olarak
diğerleriyle etkileşip olayların gelişiminde direkt rol oynuyor. Benim
ilgimi çeken (yapay zeka açısından), ilginç hikayeler ortaya çıkması
için bu karakterlerin ne kadar ayrıntılı tanımlanması gerek?
Geliştirdikleri sistemde karakterlerin duygusal özellikleri, değişik
olaylara verecekleri potansiyel tepkiler, kendileri ve diğer
karakterlerle ilgili görüşleri, neleri bilip bilmedikleri, nelere
inanıp inanmadıkları, kime ne söyleyip ne sakladıkları kontrol
edilebiliyor. Bu ayrıntıda karakterlerin rastgele etkileşimlerinden
sizce sevdiğiniz hikayelerin olayları ortaya çıkabilir mi?
Full post... Related link
istediğiniz oldu mu? Eski bilgisayar oyunu tasarımcısı Chris Crawford,
bu hayali gerçekleştirmek için gerekli teknolojiyi üretmekle
meşgul. Tasarladığı sistemde yazarlar hikayeyi yazmak yerine hikayede
yer alacak karakterlerin özelliklerini, sahneleri, ilişkileri
tanımlıyorlar. Okuyucu ise hazır bir olaylar dizisi okumak yerine bir
simülatör içinde hikaye dünyasındaki karakterlerden biri olarak
diğerleriyle etkileşip olayların gelişiminde direkt rol oynuyor. Benim
ilgimi çeken (yapay zeka açısından), ilginç hikayeler ortaya çıkması
için bu karakterlerin ne kadar ayrıntılı tanımlanması gerek?
Geliştirdikleri sistemde karakterlerin duygusal özellikleri, değişik
olaylara verecekleri potansiyel tepkiler, kendileri ve diğer
karakterlerle ilgili görüşleri, neleri bilip bilmedikleri, nelere
inanıp inanmadıkları, kime ne söyleyip ne sakladıkları kontrol
edilebiliyor. Bu ayrıntıda karakterlerin rastgele etkileşimlerinden
sizce sevdiğiniz hikayelerin olayları ortaya çıkabilir mi?
Full post... Related link
İnsanlar, hayvanlar, ve hayatın değeri
TED konuşmalarından Dennett'i izlerseniz insanların doğaya etkisi
üzerine şöyle bir gözlemi vardı: bundan on bin yıl önce tarım çağının
başında insanlar ve onların evcileştirdiği hayvanlar dünyadaki toplam
canlı kütlesinin çok az bir kısmını oluştururken, bugün bu oran
90%'lara ulaşmış.
İnsanların kendilerini başka yaratıklardan üstün görmeleri ve bunu
onlara eziyet ederken vicdanlarının doğal sesini susturmak için
kullanmaları üzücü bir durum. Belki daha da üzücü olan bu numaranın
sadece hayvanlara karşı değil, örneğin bir savaş sırasında düşman için
de kullanılıyor olması (Amerika'nin ikinci dünya savaşında japonları,
şu anda da middle eastern kökenlileri de-humanize etmesi örnek
gösterilebilir.) Bu konuda gördüğüm en çarpıcı örnek Afrika ile
ilgili: kilise 1700-1800'lerde köle ticaretini meşru kılmak için
kıtaya 1600'lerde giden kaşiflerin bulgularını sansürlüyor. Daha sonra
ortaya çıkan bu dokümanlarda 1600'lerde belki de Osmanlı'dan pek de
geri olmayan polisiyle, ordusuyla, mahkemesiyle, büyük şehirleriyle
geniş uygarlıklar anlatılıyor. Batı dünyası ise 200 yıl boyunca
zencilerin sub-human olduğu, ormanlarda yaşayıp birbirlerini yedikleri
vs. hikayeleriyle uyutulup gönül rahatlığıyla Afrika'da avladıkları
insanları Amerika'da pazarlıyorlar. (Referans vermek istiyorum ama
nerede okuduğumu unuttum.)
Canlıların hayatlarını ellerinden alma hakkı konusunda çok tutarlı
olduğumuzu düşünmüyorum. Pek çoğumuz çiftlik hayvanları için bu hakkı
çok doğal görüyor. Vahşi hayvanları avlamaya biraz daha karşıyız
gibi. İnsan hayatı için ise sözde katı kurallarımız var ve kimse
kimsenin hayatını alma hakkına sahip değil. Gelgelelim uygulamaya
baktığımızda ilginç gözlemler yapmak mümkün. İnsan hakları genelde o
ülkenin vatandaşlarının hakları olarak yorumlanıyor. Yine Amerika'dan
örnek verirsek (bugün de Amerika'lılara taktım her nedense), sizce
ordu Irak'ta risk hesabı yaparken bir askerinin hayatını kaç
Irak'lının hayatına denk tutuyor? Amerikan halkına sorsak bu sayı kaç
çıkar? Bush'a sorsak kaç çıkar :)? Bazı bakımlardan Türk'lerin
kültürel olarak humanist olduğunu düşünüyorum, ama biz aynı durumda
olsak bu sayı nedir? Bir Türk dünyaya bedel mi?
Geçenlerde Memduh'la bilim ilerledikçe insanların özel pozisyonlarının
tehdit altında olmasından konuşuyorduk. Son yüzyılda maymunlarla
akrabalığımız ortaya çıktı, önümüzdeki yüzyılda ise AI'cılar maddeden
ibaret olduğumuzu makinelerden de çok farklı olmadığımızı itiraz
edilemez bir şekilde gosterebilir. Henüz bu düşünceler genel halkı
etkileyecek kadar yaygınlaşmış değil. Fakat yaygınlaştığında
insanların önünde iki seçenek olacak: eğer insanlar özel değilse ya
sociopath olmak gayet normal olacak ve insanlar birbirlerine şu anda
bazılarımızın güvercinlere duydukları duyguları besleyebilecekler :)
Ya da madem birbirimizden farkımız yok insanlar için duyduğumuz doğal
sevgi ve saygıyı tüm yaratıklara (ve taşlara, gezegenlere vs)
yansıtmak zorunda kalacağız. Bu ikinci seçenek şu an aşırı
çevrecilerin gösterdikleri felç edici tutumla karıştırılmamalı:
evrenin içerdiklerine saygı duymak illa koyunları kesip yemeyelim ya
da yol yapmak için ormanı kesmeyelim anlamına gelmiyor. Peki ne anlama
geliyor diye sorarsanız, hmmm...
Full post... Related link
üzerine şöyle bir gözlemi vardı: bundan on bin yıl önce tarım çağının
başında insanlar ve onların evcileştirdiği hayvanlar dünyadaki toplam
canlı kütlesinin çok az bir kısmını oluştururken, bugün bu oran
90%'lara ulaşmış.
İnsanların kendilerini başka yaratıklardan üstün görmeleri ve bunu
onlara eziyet ederken vicdanlarının doğal sesini susturmak için
kullanmaları üzücü bir durum. Belki daha da üzücü olan bu numaranın
sadece hayvanlara karşı değil, örneğin bir savaş sırasında düşman için
de kullanılıyor olması (Amerika'nin ikinci dünya savaşında japonları,
şu anda da middle eastern kökenlileri de-humanize etmesi örnek
gösterilebilir.) Bu konuda gördüğüm en çarpıcı örnek Afrika ile
ilgili: kilise 1700-1800'lerde köle ticaretini meşru kılmak için
kıtaya 1600'lerde giden kaşiflerin bulgularını sansürlüyor. Daha sonra
ortaya çıkan bu dokümanlarda 1600'lerde belki de Osmanlı'dan pek de
geri olmayan polisiyle, ordusuyla, mahkemesiyle, büyük şehirleriyle
geniş uygarlıklar anlatılıyor. Batı dünyası ise 200 yıl boyunca
zencilerin sub-human olduğu, ormanlarda yaşayıp birbirlerini yedikleri
vs. hikayeleriyle uyutulup gönül rahatlığıyla Afrika'da avladıkları
insanları Amerika'da pazarlıyorlar. (Referans vermek istiyorum ama
nerede okuduğumu unuttum.)
Canlıların hayatlarını ellerinden alma hakkı konusunda çok tutarlı
olduğumuzu düşünmüyorum. Pek çoğumuz çiftlik hayvanları için bu hakkı
çok doğal görüyor. Vahşi hayvanları avlamaya biraz daha karşıyız
gibi. İnsan hayatı için ise sözde katı kurallarımız var ve kimse
kimsenin hayatını alma hakkına sahip değil. Gelgelelim uygulamaya
baktığımızda ilginç gözlemler yapmak mümkün. İnsan hakları genelde o
ülkenin vatandaşlarının hakları olarak yorumlanıyor. Yine Amerika'dan
örnek verirsek (bugün de Amerika'lılara taktım her nedense), sizce
ordu Irak'ta risk hesabı yaparken bir askerinin hayatını kaç
Irak'lının hayatına denk tutuyor? Amerikan halkına sorsak bu sayı kaç
çıkar? Bush'a sorsak kaç çıkar :)? Bazı bakımlardan Türk'lerin
kültürel olarak humanist olduğunu düşünüyorum, ama biz aynı durumda
olsak bu sayı nedir? Bir Türk dünyaya bedel mi?
Geçenlerde Memduh'la bilim ilerledikçe insanların özel pozisyonlarının
tehdit altında olmasından konuşuyorduk. Son yüzyılda maymunlarla
akrabalığımız ortaya çıktı, önümüzdeki yüzyılda ise AI'cılar maddeden
ibaret olduğumuzu makinelerden de çok farklı olmadığımızı itiraz
edilemez bir şekilde gosterebilir. Henüz bu düşünceler genel halkı
etkileyecek kadar yaygınlaşmış değil. Fakat yaygınlaştığında
insanların önünde iki seçenek olacak: eğer insanlar özel değilse ya
sociopath olmak gayet normal olacak ve insanlar birbirlerine şu anda
bazılarımızın güvercinlere duydukları duyguları besleyebilecekler :)
Ya da madem birbirimizden farkımız yok insanlar için duyduğumuz doğal
sevgi ve saygıyı tüm yaratıklara (ve taşlara, gezegenlere vs)
yansıtmak zorunda kalacağız. Bu ikinci seçenek şu an aşırı
çevrecilerin gösterdikleri felç edici tutumla karıştırılmamalı:
evrenin içerdiklerine saygı duymak illa koyunları kesip yemeyelim ya
da yol yapmak için ormanı kesmeyelim anlamına gelmiyor. Peki ne anlama
geliyor diye sorarsanız, hmmm...
Full post... Related link
Subscribe to:
Posts (Atom)